Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 27
“Evet.” diyerek devam etti kardeşim. “Ama 1793’te hiç akrabamız yoktu. İnsanların kendi başının çaresine bakması, hayatını kazanmak için bizzat çalışması gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Pontarlier topraklarında tam olarak nereye gidiyorsunuz, Mösyö Valjean? Orada gerçekten büyük ve güzel peynir fabrikaları vardır. Büyüleyici bir endüstriye sahiptir, kardeşim. Meyvelik dedikleri peynir mandıraları bulunmaktadır.”
Sonra kardeşim, bir taraftan adamı yemek yemeye teşvik ederken diğer taraftan büyük bir dikkatle ona Pontarlier’deki peynir fabrikaları hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu fabrikaları iki sınıfa ayırmıştı: Zenginlere ait olan ve her yaz üç ila dört ton peynir üreten, kırk veya elli ineğin bulunduğu büyük fabrikalar ve daha fakirlere ait olan mandıralar. Bunlar ineklerini ortak kullanan ve hasılatı paylaşan dağ köylüleriymiş. Her hissedar, ineklerin başına bir kâhya bırakırmış. Onlar da peynir yapma zamanı olan nisan ayının sonuna kadar her gün, günde üç sefer süt sağar; aldıkları sütü de iki liste üzerinde işaretlerlermiş.
Yemeklerden yedikçe adamın giderek gücünü geri kazandığını görebiliyordum. Kardeşim, oldukça pahalı olmasına karşın o güzel Mauves şarabından misafirine bolca ikram ediyordu. Kardeşim bütün bu ayrıntıları, sizin de aşina olduğunuz o rahat neşesiyle anlatıyor; konuşması arasında bir taraftan da bana iltifatlar yağdırıyordu. Sohbeti sırasında sık sık o peynir imalathanelerine geri dönerek misafirine, aslında onun açısından en uygun tavsiyenin de kendisi açısından en uygun sığınacak yerin de orası olduğunu ima ediyordu. Bu konuda bir şey, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu adam gerçekten de tam olarak sana anlattığım gibi biriydi. Eh, bu arada ne yemek sırasında ne de tüm akşam boyunca kardeşimin bu adama kendisinin kim olduğunu söylememesi de gözümden kaçmamıştı. Bu konuda ona tek bir kelam dahi etmemişti. Onun yerinde başka birisi olsa misafirinin karnını doyurduktan sonra ona küçük küçük vaazlar vermekten çekinmez, mahkûmu bir din adamı sıfatıyla etkilemeye çalışarak ona neler yapması konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylesi talihsiz bir adamla karşılaşan biri, onu gelecekte daha iyi davranması için teşvik edebilir; bedenini olduğu kadar ruhunu da beslemek ve ona, ahlak dersi ve öğütleriyle terbiye edilmiş bir parça sitem ya da biraz merhamet bahşetmek için bu fırsatı kesinlikle kullanabilirdi. Kardeşim ise ona ne tam olarak nereden geldiğini ne de geçmişinde neler yaşadığını sormuştu. Çünkü adam geçmişinde büyük hatalar yapmıştı ve kardeşim ona, bunu hatırlatabilecek her şeyden kaçınıyor gibi görünüyordu. Hatta Pontarlierlilerin çok rahat yaşadığını, onların Tanrı’nın talihli kulları olduklarını söylediği zaman, adamın bundan kırılabileceğini düşünerek sözlerini kısa kesti.
Kardeşimin düşüncelerini zihnimde tartarak onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Adı Jean Valjean olan bu adam çok talihsiz ve çok acı çekmiş bir kimseydi. Kardeşim ise en iyisinin onu geçmişine dair düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu ve ona gayet doğal davranarak diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığına inandırmak için elinden geleni yapıyordu. Şefkat ve acımak da böyle hareket etmemizi gerektirmiyor muydu zaten? Vaazdan, ahlak dersi vermekten, kinayelerden uzak duran bu ince duruşla, yüreği acıyla dolu bir kimseyi avutmaya çalışmak, bir fakire sadaka vermekle eş değer değil miydi? Bir insanın acılarına dokunmamak gerekir sevgili dostum, kardeşim de bunları düşünüyor ama her hâlükârda size şunu söyleyebilirim ki içinde beslediği tüm bu düşüncelerini bana yansıtmamak için çabalıyordu. Adamın buraya gelmesinden itibaren, sonuna kadar ona her zaman başkalarına davrandığı gibi davranıyor; bu Jean Valjean’ı sanki karşısında Mösyö Gedeon ya da Prevost varmış gibi ağırlıyor; diğer tüm papaz arkadaşlarına yemek veriyormuş gibi onunla sıcak sohbetler ediyordu.
Yemeğin sonlarına doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çaldı. O, bahsi geçen Gerbaud, kucağında bebeğiyle içeri girdi. Kardeşim bebeği alnından öptü ve Rahibe Gerbaud’ya vermek üzere bana emanet etmiş olduğu on beş santimi, kadına vermek için benden aldı. Adam bu sırada etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Artık konuşmayı da bırakmıştı ve çok yorgun görünüyordu. Zavallı Gerbaud ayrıldıktan sonra, kardeşim misafire doğru dönerek: “Çok uykunuz gelmiş olmalı.” dedi. Madam Magloire bu sırada hemen masayı topladı. Bu artık bizim, misafirin dinlenebilmesi için odalarımıza çekilmemiz anlamına geliyordu; ikimiz de odalarımıza çıktık. Bu sırada odamda bulunan karaca postunu misafire vermesi için Madam Magloire’ı bir aralık aşağıya gönderdim. Geceleri çok soğuk oluyor buraları, bu onu en azından sıcak tutardı. Kardeşim Almanya’dayken bu postu ve masada kullandığım fil dişi saplı küçük bıçağı Tuna Nehri’nin yakınlarında bulunan Tottlingen’den getirmişti. Bu postun artık iyice eskimiş ve kıllarının dökülmeye başlamış olması ne yazık…
Madam Magloire hemen geri döndü. Çarşafları astığımız oturma odasında dualarımızı ettik ve sonrasında birbirimize tek kelime etmeden kendi odalarımıza çekildik.
V
Huzur
Monsenyör Bienvenu, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra masadaki iki gümüş şamdandan birini aldı; diğerini misafirine verdi ve şöyle dedi: “Mösyö, sizi yatacağınız odaya götüreyim.”
Adam onu takip etti.
Daha önceden anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi ev öyle düzenlenmişti ki girintinin bulunduğu dua alanına girmek veya oradan çıkmak için Piskopos’un yatak odasını geçmek gerekiyordu.
O, bu odaya geçerken Madam Magloire da gümüş takımları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. Bu, onun her akşam yatmadan önce yaptığı son göreviydi.
Piskopos, konuğunu odasına yerleştirdi. Onun için tertemiz bir yatak hazırlanmıştı. Adam mumu küçük şifonyerin üzerine koydu.
“Tamam.” dedi Piskopos. “Şimdi size iyi geceler dilerim. Yarın sabah yola çıkmadan önce ineklerimizden size bir bardak ılık süt ikram edeceğim.”
“Teşekkürler, Papaz Efendi.” dedi adam.
Her ne kadar bu sözleri tamamen barışçıl duygularla telaffuz etmiş olsa da birdenbire öylesine bir hareket yapmıştı ki şayet iki aziz kadın onun bu hareketini görmüş olsalardı mutlak surette dehşete kapılırlardı. O anda bu adama böyle bir hareket yapması için neyin ilham verdiğini, bizim açımızdan bugün bile açıklamak çok zor. Acaba bir uyarıda mı bulunmak istemişti, yoksa bir tehdit mi savurmak niyetindeydi? Yoksa kendisinin bile farkında olmadığı bir tür içgüdüsel dürtüye mi boyun eğiyordu? Birden yaşlı adama doğru döndü, kollarını önünde kavuşturdu ve vahşice bir bakışla âdeta haykırırcasına şunları söyledi:
“Ah! Gerçekten mi? Beni evinizde kendinize bu kadar yakın tutuyorsunuz demek?”
Sonra bir süre durdu, canavarca bir şeylerin gizlendiği korkunç bir kahkaha attı:
“Bunu iyice düşündünüz mü? Benim bir katil olmadığımı nereden biliyorsunuz?”
Piskopos sakince yanıtladı:
“Bu, Tanrı’yı ilgilendiren bir meseledir.”
Sonra