Примечания
1
O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.
2
John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil.
John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.
3
Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta kadar sonra editörümle görüşmek üzere bürolarına gittim ve konuşmanın bir yerinde kapak konusunda düşünceler tartışılmaya başlandı. İşte o sırada Betty Stolowitz masasının üzerindeki telefonu eline alıp “Grace’i çağıralım da ne düşündüğünü öğrenelim, ne dersin?” dedi. Grace’in Holst&McDermott’un sanat bölümünde çalıştığını öğrendim,
Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre
’nin kılıfının tasarımını hazırlamakla görevlendirilmişti; kaprisler, gündüz düşleri ve acılı karabasanları konu alan küçük kitabımın adı buydu.
Betty ile üç-dört dakika daha konuştuk, sonra Grace Tebbetts içeri girdi. Bizimle on beş dakika kadar kaldı, yanımızdan ayrılıp odasına döndüğünde ben ona âşık olmuştum bile. Böylesine ani, böylesine kesin ve böylesine beklenmedikti. Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde.
Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım.
Bir yetmiş üç boyunda, altmış