Kehanet Gecesi. Пол Бенджамин Остер

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер страница 15

Kehanet Gecesi - Пол Бенджамин Остер

Скачать книгу

inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.

      Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.

      4

      Karıma dünyada John’dan başkası

      Gracie

      demezdi. Hatta annesiyle babası bile artık öyle çağırmıyorlardı kızlarını; Grace’i tanıyalı üç yıldan fazla olmuştu ama ona bir kez bile o takma adla seslenmemiştim. John ise onu doğduğundan beri tanıyordu, hatta doğduğu günden beri, zaman içinde John’a pek çok ayrıcalık tanınmış, o da ailenin dostu olmaktan çıkıp gayri resmi akraba konumuna geçmişti. Sanki en sevilen amca statüsünü kazanmıştı ya da gerçekten öyle olmasa da vaftiz babası bile denebilirdi ona.

      John Grace’i seviyordu, Grace de onun sevgisine karşılık veriyordu; ben de Grace’in hayatındaki erkek olduğum için John beni yakın aile çevresine dahil etmişti. Rahatsızlığım süresince Grace’in bu buhranlı günleri atlatmasına yardımcı olmak için zaman ve enerji harcamıştı, ben ölümden kurtulunca da her akşamüzeri hastaneye gelip yanımda kalmayı alışkanlık edinmişti, sonradan farkına vardığım gibi beni canlılar dünyasında tutmaya çalışmıştı. Grace ile birlikte onun evine yemeğe gittiğimiz gün (18 Eylül 1982), New York’ta John’a, ikimizden daha yakın kimse olduğunu hiç sanmıyordum. Bize de ondan yakın kimse yoktu. Cumartesi gecelerimize neden bu kadar önem verdiğini, bacağından sorunu olduğu halde buluşmayı iptal etmek istememesini açıklar bu. Yalnız yaşıyordu ve insan içine de pek çıkmadığından bizimle buluşması toplumla tek ilişkisi, birkaç saat kesi

Примечания

1

O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.

2

John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil.

John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.

3

Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta

Скачать книгу