Akile Hanım Sokağı. Halide Edib Adıvar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akile Hanım Sokağı - Halide Edib Adıvar страница 3

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akile Hanım Sokağı - Halide Edib Adıvar

Скачать книгу

yere beraber gitmiştik. Her zaman, “Dil bilen, içtimaî toplantılarda alâka çeken kadın, hariciyeli bir erkek için en büyük nimettir” derdi. Galiba benim bu kararının sebebini sormamı bekledi. Gözlerini bana çevirmeden, yüzünde haricen hiç bir değişme belirmeden bana baktığını, ne tesir hâsıl ettiğini anlamak istediğini ben onun taş gibi hareketsiz duran tavrından anladım. Hiçbir şey söylemedim. O günden beri hem dalgın, hem de sinirli idi. Tavrında güç bir meseleyi hall için en muvafık tarzı arayan, konuşmaktan çekinen ve aynı zamanda huzursuzluk alâmetleri gösteren bir adam hali vardı.

      Tarık’la ben, Belçika sefaretinden sonra emekliye ayrılan ve bir devre mebusluk ettikten sonra İstanbul’daki evlerine çekilen eniştemle teyzemin Ankara’daki evlerinde evlenmiştik. Bütün aile esasen İstanbullu olmakla beraber, ta İstiklâl Mücadelesi günlerinden beri Ankara’ya yerleşmişlerdi.

      Babam Şark’taki sonsuz ayaklanmalardan birinde şehit olmuştu. Annemi çocukken kaybetmiştim. Ondan sonra teyzem beni yanına almıştı. Hiç çocukları olmadığı için onları ana, baba bilirim. Babam, annem öldükten sonra hiç evlenmemişti. Hayatı, daima uzak ve hudut bölgelerinde geçen, tehlikeli sahnelerde mühim rol oynamış, hakikî eski Osmanlı ruhunu taşıyan bir miralaydı.5 İki vazife arasında Ankara’ya geldiği zaman teyzeme misafir olur, beni görürdü. Ben eniştemi baba telâkki etmeye alışmış olduğumdan, babam bana seyrek gördüğüm bir amca gibi gelirdi.

      Beni nadiren kucağına alırdı. Fakat gözleri uzaktan –şimdi anladığım– garip bir hasretle beni takip eder, hemen hiç konuşmazdı. Üniformasının parlak düğmelerine bayılırdım, sırf onlar için arada bir kucağına tırmanırdım. Her defasında, ceketinin sert çuhası arkasında kalbinin şiddetle attığını, kollarını, vücudunu kımıldatmamakla beraber onların sertleşmesinde, benim boynuna atılmamı bütün varlığıyla beklediğinin farkına –yıllarca sonra, insan ruhunu anlamaya başladıktan sonra– biraz varabiliyorum. Fakat ben hiç onun boynuna sarılmazdım. Dizine sıçrar sıçramaz küçük ellerimle, ceketinin düğmelerini çeker, koparmaya çalışır, kuvvetim yetmeyince de elimin altında gümbür gümbür atan kalbini olanca hırsımla yumruklardım. Her defasında bu kudretli kalp âdeta durur, en acı mağlûbiyet ve yeis karşısında iradesini birdenbire eline alan eski bir asker sükûneti ile o kalın sesi biraz kısılarak enişteme, “Galiba kızıma ceketimin düğmesinden başka bir hatıra kalmayacak,” derdi.

      Ben de haşin bir çocuk gayzıyla, “Ben senin değil, Samim Bey’in kızıyım,” der, bizi o yarı müstehzi ve zarif tebessümüyle seyreden eniştemin kucağına atılır, kollarımı boynuna dolardım.

      Çok geçmeden babam benim hayat sahnemden çekildi, gitti. Şahadet haberi geldiği zaman teyzemin ağladığını, beni bağrına bastığını, eniştemin biraz kısılan bir sesle, “Nermin artık tamamen bizim çocuğumuz,” dediğini hatırlıyorum.

      Ben de, çocukların bazan en hassasında görülen bir katılıkla, “Düğmelerini gönderdi mi?” demiştim.

      Eniştemle teyzemin hiç çocukları olmamıştı. Bana karşı hakiki bir baba ve ana mesuliyeti hissederlerdi. Beni iyi yetiştirmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmışlardı. Bana Türkçe’den başka İngilizce ve Fransızca hocaları tuttular, beni büyük bir itina ile büyüttüler. Çocukluk senelerimde, eniştemin muhtelif sefirlikleri esnasında beni Ankara’da Keçiören’deki evlerinde, teyzemin kaynanasının yanında bir mürebbiyenin eline bırakarak giderlerdi. Fakat on yaşına bastıktan sonra eniştem Washington’a sefir olunca beni de Amerika’ya götürdüler. Bu yüzden İngilizcem çok kuvvetlendi.

      Washington’dan, en fazla hafızamda yer tutan şeylerden biri, oranın nehir kıyısındaki kiraz ağaçları ve teyzemin hastalanarak İstanbul’a gittiği sene eniştemin gösterdiği hassasiyetti. Bu ayrılık onun içine işlemişti. Tavrındaki sükûn ve soğukkanlılığa, durup dinlenmeyen fikir faaliyetine rağmen tuhaf bir çocuk tarafı vardı. Teyzem yanında olmayınca mı nedir, bir türlü uyuyamaz, beni uykuya dalıncaya kadar başında bekletir, konuşturur, ben de o uyuyunca ayaklarımın ucuna basarak odadan çıkardım.

      Bu konuşmalar arasında kendisi döner dolaşır, teyzemin üstünde dururdu. Teyzemin, benim hiç gözüme çarpmayan hususiyetlerinden bahseder, bazan lafı alaya döker ve yüzünde içine gizlenmiş bir rikkat,6 bir bağlılık olduğunu ihsas ederdi.7 Başucundaki yeşil abajurlu lambanın ışığında yüzünü, garip bir tecessüsle8 seyreder dururdum. Bıyıklar tıraşlı, dudaklar yalnız uykuya dalarken gevşeyen iki ince ve kısık, renksiz hat, burun azametli ve uzun, kaşlar ipince, kafa kocaman, alın geniş… İnsanda hürmet ve biraz çekinmek hissi yaratan bir baş!

      Uzun ve ince vücudu yorganın altında uyku anı yaklaşınca biraz gevşer, fakat bu an pek çabuk gelmez; kendi kendisine, bazan da hiddetle, “Sanki neden İstanbul’a gitti, burada doktor yok muydu… İnat, inat,” diye homurdanır, sonra gene, “Elini başıma koy, Neriman, elin teyzenin eli gibi,” diye mırıldanır, sonra birdenbire gevşer, gözlerini kapardı.

      Teyzemi aradığını sadece yattığı zaman hisseder ve kendi kendime, erkeklerin karılarını yalnız yatakta istediklerini düşünürdüm. Gündüzleri hep dolu idi. Çay zamanları ve akşamları –eğer bir yere davetli değilse– evde daima bir sürü misafir vardı. Bunların arasında hariciye mensuplarından başka münevver, muharrir ve sanatkâr sınıfından olanlar da bulunurdu.

      Ben bu yıllarda misafirlerin yanına girmemekle beraber, sefareti saran telaş ve heyecan bana da sirayet ederdi. Bana ders veren Miss Melon adında bir Amerikalı hoca ile Amerikan tarihini ve edebiyatını okurken, odamızın altındaki salondan yükselen seslere ikimiz de kulak verirdik.

      Hocam, galiba gelir gelmez, aşağıda Butler’i yakalar, ondan misafirlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Çünkü dersin ortasında birdenbire bir İngiliz muharririnin, bir meşhur Hintli’nin, bir Fransız veya İtalyan romancısının ismini zikrederdi. Fakat kendisi yerli olduğu için, Amerikalı misafirlerle hiç alâkadar değildi.

      Bir aralık eniştem, iki ay izinle İstanbul’a gidip teyzemi getirmek için çalışıyordu. Akşam yemeklerinde eğer yalnız olur da beni sofrasına çağırırsa, yarı hiddetli, yarı heyecanlı, “Bu defa ne derse desin onu sürükleyip getireceğim,” diyordu.

      Gene bu aralık sefarete intisap eden9 bir genç kâtiple eniştem çok alâkadar oluyordu. Umumiyetle sefaret mensuplarıyla konuşurken, bütün nezaketine rağmen biraz yukarıdan baktığı hissini veren eniştem ona tamamen bir arkadaş, hatta fikrine ehemmiyet verdiği kendi mevkiinde bir insanmış gibi muamele ediyordu. Kendi bulunmadığı zaman, mühim meseleleri ona havale etmeye karar vermiş olduğunu anlamıştım. Çünkü yalnız yemek yediğimiz akşamlar ekseri o da gelir, yemek esnasında benim aklımın eremeyeceği bir takım işler konuşurlardı. Fakat benim onu bundan evvel ilk defa tanımam şöyle oldu:

      İstanbul’a hareketten epeyce evvel, eniştem sefirler şerefine bir kokteyl parti tertip etmiş, ben de ilk defa sefaretin resmî partisinde bulunmuştum. Eniştem bana, “Sen evin kızı sıfatıyla misafirlerle meşgul olacaksın, Nermin, Miss Melon da yanında bulunacak, sana yardım edecek,” demişti.

      Fakat ben kendi başına bambaşka bir âlem olan konuşmaları, tavırları bana biraz gösteriş gibi gelen toplantıdan biraz sıkılmıştım. Eniştemin beni “yeğenim” diye takdim ettiği adamlarla ne konuşacağımı bilemiyordum. Bir sürü süslü, gösterişli kadınlar da vardı. Eniştem bu birbirine benzeyen veya benzemeyen her misafire karşı kendine mahsus bir tavır alıyordu. Halbuki ben saklanmak için delik arayan bir

Скачать книгу