EYLÜL. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу EYLÜL - Mehmet Rauf страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
EYLÜL - Mehmet Rauf

Скачать книгу

açıkladı: “Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefisti ki Suad, ‘Bugün Necib Bey belki gelir,’ dedi. Ah, sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarif etmeye söz bulamıyorum. Denizin zarifliğini, tazeliğini, yeşilliğini… Nihayet şu Boğaziçi sabahının bakirliğini görmeli Necib! Fakat bugün adaya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Bununla beraber, bilmem niçin umuyorduk.”

      Gülerek karısına baktı, “Hatta Suad hazırlık bile yaptı. Malûm ya, artık o ev kadını oldu.”

      Suad, kızararak yarı sitemle, “Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir duruma getirmeye uğraşıyorum,” dedi.

      O zaman Necib anlattı: Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün adaya gitmek istediği halde oraya gidip birtakım renksiz yüzler, kayıtsız dostlar, yabancı kalpler göreceğine gelip, fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini söyledi. “Ah, görseniz artık!” dedi. “Görseniz artık, Beyoğlu ne kadar dayanılamayacak hale geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor. Rutubet biraz işe yarıyor; fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra öğle oldu mu durmak, oturmak mümkün değil. Toz, güneş, ter… İnsan boğuluyor, boğuluyor, boğuluyor… Onun için buralar, insana bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle, sahiden fildişinden bir yuva. Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah, buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”

      Süreyya, başarısının gülümseyen mutluluğuyla ekledi: “Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?” Sonra Necib’in elinden tutarak, “Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim. Servetimizi gör. Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya,” dedi.

      Bir merdiven çıkarak denizin üzerindeki salona girdiler. Burası, evin eni kadar geniş bir odaydı. Panjurları açınca önce bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suad, ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı. Üçü birden balkona geçti. Saçaklardan giremeyen güneş, beyaz coşkun bir ışıkla burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde dalgaların oyunlarıyla kıvamlanarak yansıyan gölgeler bile bir gümüş beyazlığıyla yıkanarak, kendini saklayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billûrlaşıyordu.

      “Süreyya, asıl buraya bak!” dedi. Karşısında, Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşa-bahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere Koyu’nu6 takip ederek Mesar Burnu’na7 kadar gelen kıyıların arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdikten sonra eliyle işaret ederek, “Nasıl, tıpkı bir göl değil mi?” diye sordu.

      Necib, “Gerçekten çok güzel,” dedi.

      Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgacıklar püsküren deniz, güneşin altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş vadi gibi parıldıyor; kıyıların üstünde gözü, alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında havasının ateşten titrediği sezilen eflâtun, kurşunî, sarı dağ çizgileri, en sonunda geniş bir denizin ışıklar içinde ufka gömüldüğü hayali adalar gibi kapalı, yumuşak bir ateş koru üstünde ürpere ürpere ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.

      Süreyya, tekrar ediyor, “Nasıl, muhteşem değil mi?” diye soruyordu, sonra birden alevlenerek, “Ya bu rüzgâr!” dedi. “Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necib? İmkânı var mıdır? Suad’ın dediği gibi bu temiz, saf, köpüre köpüre esen rüzgârı? Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına! Bağ diye gidip, o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”

      Necib, oraya, büyük bir saksının yanına konulmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak “Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.

      Karı koca memnun, gözleri mutluluktan gülerek birbirlerine bakıyorlardı.

      Suad: “Daha bu ilk memnuniyetin arkası var,” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”

      Süreyya, Suad’a şükranla baktı. “Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım…”

      Suad, elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp, kırgınlıkla gözlerini süzerek, “Bak yine söylüyorsun,” dedi. “Şu kötü kelimeyi yine tekrar ediyorsun.”

      Süreyya gülüyor, çırpınıyordu. “Ne yapayım, unutuyorum, affet Suad!” dedi, sonra Necib’e döndü, “Kendimi bir türlü tutamıyorum, oysaki ‘karıcığım’ sözü, bizim hanımefendinin en büyük zıddı.”

      Necib, bu küçük, özel aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acıyla kendi kendine: “Evet, insanın bir karısı olup da onu sadece ismiyle çağırmak mutluluğu…” diye üzüldü.

      Süreyya, nihayet Suad’ın elini, eline almıştı. Necib’e dönüp, “Evet kardeşim,” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mutlu, mutluluktan dolayı çılgın kuşları… Bununla beraber bu mutluluk, ara sıra gagalaşmamızı engellemiyor. Hele ben… Düşün ki artık, her şeyime itiraz ediliyor, hatta hamaratlığıma bile…”

      Suad, haklı olduğunu ispatlamak için telâşla, özellikle ona dedi: “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”

      Süreyya, şaka yapar gibi yine hep Necib’e anlatıyordu, “Ey, ne yapalım, para kazanmak gerekli değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana-baba, adama para vermiyor. Oysaki her sene insan, karısının parasına boyun eğmez ya! Ev tutulunca neyse! Fakat karısının ekmeğine…”

      Suad, uzaktan gelen bir sese kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek, yarı sitemli gülümseyişle dinliyordu, sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi. “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit etti. Süreyya, elini bırakmadığı için darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde öfke şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.

      Süreyya bırakmayarak, “Haklı değil miyim Necib Bey?” dedi. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necib’i hakem tayin edelim.”

      Suad, nihayet mağlûp olup durdu. “Pekâlâ, ben onun insafından eminim; fakat önce ben anlatacağım.”

      Küçük bir inatçılık oldu. Başlangıçta hangisinin anlatması gerektiğini kararlaştırdılar. Suad, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi hele buraya yeni gelmişken kırdan, bahardan yararlanacağımız yerde, her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.

      Süreyya, acımasız bir çocuk gibi, “Niçin inilmesin?” dedi, gülerek. Suad’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın, balkonun kapısında görünüp işaret etmesi Suad’ı, kurtulmak için çare aramak zorunda bıraktı.

      Süreyya: “Olmaz, olmaz göndermeyiz,” dedi. “Hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”

      Necib, “Mademki özel bir iş için…” dedi.

      Süreyya,

Скачать книгу


<p>6</p>

İstanbul Boğazı’nın, Avrupa Yakası’nda karaya yaptığı en büyük girintilerden biridir. Koyun kıyılarında kendisiyle aynı adı taşıyan Büyükdere, kuzeyinde Çayırbaşı, güneyindeyse Kireçburnu semtleri yer alır.

<p>7</p>

Mesar Burnu ya da Mesarburnu, İstanbul Boğazı’nda kıyının denize doğru yaptığı küçük çıkıntıdır. Bu burun ile Yenimahalle arası Sarıyer ilçesinin merkezini oluşturmaktadır. Bu burnun sırtlarında yer alan bir Rum Mezarlığı nedeniyle Mezarburnu denilmiş, bu isim zamanla değişerek Mesarburnu olmuş ve günümüze kadar bu isimle gelmiştir.