EYLÜL. Mehmet Rauf

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу EYLÜL - Mehmet Rauf страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
EYLÜL - Mehmet Rauf

Скачать книгу

“Yüreğine inmiştir,” diye güldü; fakat sonra kızdı. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş. Bey ve Hanım hep oraya koşmuşlar; Fatin ısrar etmiş, daha fazla zorlanırsa rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş.

      Süreyya: “Katırı görüyor musun, katırı!” dedi, sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek, “Fakat çeksin, hak etti,” dedi. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün.”

      Çünkü o, kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: “Hanım, aradım aradım, ama öyle bir yakut buldum ki!”Süreyya bunu anlatarak, “Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da…” dedi.

      Suad, darılarak, “Bey, bey!” dedi.

      “Peki. Sustum. Sustum, ama haydi kaçalım bakayım; çünkü artık onların yüzünü görmek istemiyorum.”

      Suad yalvardı, “Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle. İstediği zaman gelsin. Söyleyeceksin değil mi?”

      Olumlu cevabı kocasından almadan işe başladı ve Necib, kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya, Hacer’le konuşmak için odasına gitti.

      3

      Bir daha on gün sonra Beyker’in önünde rast geldiler.

      Necib, Beyoğlu’na doğru yürürken arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti, dönünce Süreyya’yı gördü, “Oo! Nereden böyle?”

      Öbürü, elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek, “Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldun? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak…”

      Necib, özür dilemek için söz bulamıyordu; dükkâna girmişlerdi. Süreyya, çırağa bir şey sordu, sonra öne düştü, içeri yürürlerken, “Görüyorsun ya!” dedi. “Masraf, masraf… Otuz beş, kırk lira derken yalı bize altmış liraya patladı.”

      İçerideki ipekli kumaşlara bakmaya başladı, bir taraftan anlatıyordu: “Ama gelsen de bir görsen… Ha! Sahi, ne zaman geleceksin? Bekleyip duruyoruz. Ah Necib, biz bağda meğer cehennemdeymişiz; ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmamıştım. Sabahları, ya akşamları… Hele öğleden sonraki güzellik… Akşamüstü Suad’la beraber çıkıyoruz; orada bir yol var, tepenin kenarında, Kavak’a kadar gidiyor. Ne manzara, ne manzara! Bir kere Büyükdere’ye gittik. Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz ki. İyice yerleşemedik. Ev tamam olsun da uzun gezintilere çıkacağız. Sen de gelirsin. Etraf hep gezilecek, keşfedilecek… Beykoz var, Kavaklar var, Yuşa, Bentler…”

      Ve para verip çıktıkları zaman, Necib’le beraber Tünel’e doğru yürümeye başladılar. Süreyya sordu: “Sen ne yapıyorsun bakalım?”

      Gerçeği söylemek gerekiyorsa Necib, bunalıyordu; fakat öyle söylemedi. “Şöyle, böyle,” dedi. O da yarın, adaya gidecekti. “Orası şimdi artık çiçek gibidir,” dedi, sonra söylediğini desteklemek için, “Mayıs, malûm ya, Büyükada’nın tam mevsimidir,” dedi.

      Süreyya, gülerek, “Mayıs, Boğaziçi mevsimidir azizim, Boğaziçi! Sadece mayıs değil, bütün yıl… Zannederim ki oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman ya Rabbi, bir rüzgârı var Necib! O temiz rüzgâr başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr, bütün Boğaz’ın üstünden geçip kirlendikten sonra size gelir. Abarttığımı zannediyorsun, ama geldiğin zaman göreceksin ki hakkım var. Oraya gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suad bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir hayat geldi… Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hali, rahatlığı… Ne Fatin var ne Hacer var… Yapayalnızız!”

      Necib hatırlayarak, “Sahi, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.

      Süreyya sinirlenerek, “Bırak şu acuzeyi!”4 dedi. “Bana inan Necib? Acuzelik yalnız ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde… Bilemezsin, bu kadınlar fena olunca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok… Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suad’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malûm ya, kadın işleri bitip tükenmez; fakat şikâyet etmeye gelmiyor azizim; hain şeyler pek pahalı, ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor.”

      Süreyya, böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle söz ederken Necib, birer mutluluk olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya: “Artık bana müsaade,” dedi. Onu çeyrek geçe, doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken, “E, ne zaman?” diye sordu. Necib, tereddüt etti.

      Süreyya: “Karışmam,” dedi. “Sonra Suad’ı darıltırsın, onda bilsen ne hazırlıklar var. Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz. Görüyorsun ya, mecburen geleceksin. Ne zaman gelsen evdeyiz. Haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum, ama daha karar vermedim. Bir de sandal bulduk, onu da alırsak gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin. Oo! Düdük öttü, adiyö!”5

      Koşuyordu. Necib, hatırlayarak arkasından seslendi, “Selamlarımı unutma!”

      Süreyya: “Şüphesiz, şüphesiz!” diye kayboldu.

      Necib, dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş yıllık bir kocadır,” dedi.

      Bu, kendisinin hayat ve evlenme hakkındaki bütün felsefesine aykırı bir durumdu; fakat işte gerçekti. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suad’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzurla geçecek gecelerinin yanında, kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden, “Adam sen de! Bunlar hep hayal,” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım; zaten ben, hiçbir şeyden memnun olmamak nasibiyle doğmuş değil miyim?”

      4

      Bununla beraber Necib, o pazar adaya gideceğine Boğaz’a gitti.

      Ve vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halkla taşarak, köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, kendinde gitgide çoğalan bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak mutlu ve güler yüzlü görünen yolcuların baharla kendilerinden geçerek sürdükleri hayat ona, duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor; derin nefesler alarak kırların, dalgalanan yeşilliklerin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla hareketleniyor, coşkuya boğuluyordu. Bütün üzüntü ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halkın içindeki kadınların her biri bugün ona, arzulanmaya değer bir güzellikle görünüyordu. Sahildeki binaların yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hızdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler, kendilerinden geçen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necib, kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, iyi niyetle ve temiz yüreklilikle, nasıl bir mutlulukla karşılanacağını düşünerek seviniyor,

Скачать книгу


<p>4</p>

Acuze (Ar.) : Güçsüz, çok yaşlı kocakarı

<p>5</p>

Adieu (Fr.) : Hoşça kal