Latin Amerika Mitolojisi. Hartley Burr Alexander
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Latin Amerika Mitolojisi - Hartley Burr Alexander страница 4
II. Fatihler
1517’de Küba’dan Bahamalara gitmekte olan Hernandez de Cordova, ters yöne esen fırtınalar nedeniyle rotasından sapınca Yucatan keşfedildi ve Campeche Körfezi kıyılarının bir kısmı araştırıldı. Savaşlar yapıldı ve kâşifler zorlukların üstesinden geldi ancak daha üstün bir uygarlık hakkında Küba’ya getirdikleri raporlar ve ilginç altın işçiliği örnekleri, adanın valisini, araştırmaya devam etmek için yeni bir keşif gezisi yapmaya teşvik etti. Juan de Grijalva komutasındaki dört gemiden oluşan bu girişim Mayıs 1518’de yola çıktı. Juan de Grijalva selefinin yolunu izleyerek Isla de los Sacrificios’u ziyaret edip Panuco eyaletine kadar ulaştı ve Aztek imparatoruna bağlı bazı beylerle kârlı bir ticaret yaptı. Altın kazancının bir kısmıyla Küba’ya gönderdiği bir karavel4, valiyi keşfedilen imparatorluğun fethini gerçekleştirmek için daha büyük bir askeri sefere girişmeye teşvik etti ve bunun üzerine insanlar, gerçek bir imparatorluk diyarının açığa çıktığını anlamaya başladılar. Bu üçüncü sefer, Hernando Cortez’in komutasına verildi. Cortez, Şubat 1519’da Küba’dan yola çıktı ve Maya topraklarındaki Cozumel adasına indi. Burada İspanyollar, Haç’ın bir hürmet nesnesi olduğunu görünce derinden etkilendiler. Yola devam ettiler ve Rio de Tabasco’nun ağzına yakın bir yerde bir savaş yapıldı ama Cortez daha zengin topraklar arayışındaydı ve Maya topraklarının ötesine geçerek 21 Nisan 1519 Kutsal Cuma günü tüm güçleriyle Vera Cruz bölgesine inene kadar ilerledi. Bunu iki yıllık fetih dönemi takip etti. Bu, muazzam bir kahramanlık ve gerçek bir kan dökme hırsı hakkında yıllıklarda eşine çok az rastlanan fantastik ve romantik bir macera hikâyesidir. Doruk noktası, Kasım 1519’da Montezuma’nın ele geçirilmesidir. 1 Temmuz 1520’de işgalciler Tenochtitlan’dan sürüldü ve son olarak, 13 Ağustos 1521’de Guatemotzin mağlup edilerek ele geçirildi.
İspanyolların ne buldukları ve ne yaptıkları okuyucuyu derinden etkilemez. Okuyucu, Aztek uygarlığının kendi tarzında muhteşem olan bu kadar çok şeyinin nedensizce yok edilmesinden üzüntü duyacaktır. Böyle bir uygarlığın, şiirsel yüceltme unsurları olmasa da, müstehcen ve kanlı ayinlerle uyuşturulmuş bir dini destekleyebileceğine iğrenecek ve şaşıracak ve bu inanç geçmişte kaldığı için yalnızca zayıf bir minnettarlık duyacaktır. Ama yıkımın faillerine dönüp onların katliamlarla dolu yıllıklarını okuduğunda kesinlikle, “İspanyollar, Takdir-i İlahi’nin amaçlarını gerçekleştirmek için kaderin şimdiye kadar kullandığı en sert aracı gibi görünüyor,” diyecek ve çelişkili korkular arasında tekrardan son kurbanlar için pişmanlık dolu bir sempati duymaya yönlendirilecektir.
Bir insanlık savunucusu, eylemleri yüzünden ne istilacıların ne de Papa’nın (İspanyolların Aztek rahibini adlandırdıkları üzere) aşağılık olduğunu, her ikisinin de kurtarıcı özelliklere sahip bir inançtan etkilendiğini söylerdi. Dışarıdan bakıldığında tüm bu manzara estetik açıdan tuhaf ve şeytanidir, içeriden bakıldığındaysa özveri ve kahramanlıktan bağımsız değildir. Sadece Cortez’le değil, Cortez’den önce Cordova ve Grijalva’yla da maceralara çıkan Bernal Diaz del Castillo, en sağlam fatihlerden biridir ve onların en önde gelen anlatıcısı olmaya adaydır. Durumu hem içten hem de dıştan bir bakış açısıyla tek bir görüntüde yansıtan unutulmaz bir olayı (muhteşem zulüm ve basit insanlık) bizim için kaydetmiştir. Cortez’in ordusu Meksika başkentine gireli dört gün olmuştu. Tenochtitlan’ın kalabalık pazarlarının harikaları gösterildikten sonra, kendi istekleri üzerine ziyaretçilere, Tlatelolco’ya bakan büyük teocalli tepesine kadar eşlik edildi. Montezuma gururla platformdan aşağıdaki şehri ve bunun ötesinde parıldayan gölü ve sınırlarındaki ışıldayan köyleri işaret etti (hepsi de imparatorluk topraklarının yerel bir göstergesidir). Tarihçi, “Aramızda dünyanın farklı yerlerini kat etmiş askerler saydık,” der: Konstantinopolis, İtalya, Roma… Ama bu kadar uyumlu, bu kadar geniş, böylesine sanatla düzenlenmiş ve bu kadar çok insanla dolu başka bir yer görmediklerini söylediler.” Cortez, Montezuma’ya döndü: “Sen büyük bir beysin,” dedi. “Bize büyük şehirlerinizi gösterdin, şimdi de tanrılarınızı göster.”
“Bizi bir kuleye, zengin ahşap işçiliğiyle kaplı iki sunağın olduğu salona benzer büyük bir bölüme davet etti,” diye devam eder tarihçimiz. Sunakların üzerinde, hantal bedenleri olan devler gibi iki büyük figür dikiliydi. Sağda yer alan ilkinin, savaş tanrıları Huichilobos [Huitzilopochtli] olduğunu söylüyorlar. Yüzü çok büyüktü, gözleri kocaman ve ürkütücüydü; başı dahil bütün vücudu mücevherlerle, altınla, irili ufaklı incilerle, nişastadan yapılmış bir yapıştırıcıyla kaplanmıştı. Vücut, altından ve değerli taşlardan yapılmış büyük yılanlarla sarılıydı; bir elinde yay, diğerinde oklar vardı. Büyük tanrının yanında bir uşak gibi duran ikinci bir küçük put, kısa bir mızrak ile altın ve değerli taşlar bakımından zengin bir kalkan taşıyordu onun için. Huichilobos’un boynunda, Kızılderililerin maskeleri ve mavi taşlarla süslenmiş altın veya gümüş kalpler asılıydı. Yakınında içinde kopal tütsüsü olan kaplar görülüyordu. Tam o gün kurban edilen Kızılderililere ait üç kalp yakılmıştı, devamında az önce edilen kurbana yakılan tütsü duruyordu. Bu mabedin duvarları ve zemini donmuş kanla o kadar yıkanmıştı ki korkunç bir kokusu vardı.
“Bakışlarımızı sola çevirdiğimizde, orada Huichilobos yüksekliğinde bir başka büyük kütle gördük. Yüzü ayı burnunu andırıyordu, parıldayan gözleri buranın dilinde tezcatl denilen aynalardan yapılmıştı, gövdesi Huichilobos’unki gibi (zira onlar kardeş olarak kabul ediliyordu) değerli taşlarla kaplıydı. Bu insanlar, yeraltı dünyasının tanrısı olarak Tezcatepuca’ya [Tezcatlipoca] taparlar ve Meksikalıların ruhlarının sorumluluğunu ona atfederler. Tezcatepuca’nın vücudu, yılan gibi kuyruğu olan küçük şeytanlarla çevriliydi. Çevresindeki duvarlarda da buna benzer kandan bir tabaka vardı ve zemin öyle sırılsıklamdı ki Kastilya kasapları bile böyle bir koku yaymazlardı. Ayrıca o günkü beş kurbanın kalbinin sunulduğu görülecekti. Tapınağın doruk noktasında, zengin bir şekilde oyulmuş ahşap bir niş vardı; içinde yarı insan, yarı timsahı temsil eden, mücevherlerle zenginleştirilmiş ve kısmen mantoyla örtülü bir heykel duruyordu. Bu putun ekin ve meyve tanrısı olduğunu söylediler, vücudunun yarısı ülkenin bütün tahıllarını içeriyordu. Bu ilahın adını hatırlamıyorum; bildiğim şey, burada da her yerin kan, duvar ve sunakla kirlenmiş olduğuydu ve öylesine pis bir koku vardı ki hava almak için derhal dışarı çıktık. Orada muazzam büyüklükte bir davul bulduk; davula vurulduğunda kasvetli bir ses çıktı. Davulun sesi iki fersah öteden duyulabiliyordu ve devasa yılan derileriyle kaplandığı söyleniyordu.
“Terasta görünüş açısından şeytana benzeyen sayısız nesne görülüyordu; ilkel megafonlar, boynuzlar, bıçaklar, putlar için tütsü olarak yakılan birçok Kızılderili kalbi. Bunların hepsi o kadar çok
4
15. yüzyılda ortaya çıkan iki ya da üç Latin yelkenine sahip olan yelkenli bir gemi türüdür. (e.n.)