Şanlı Olaf. Robert Leighton
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Şanlı Olaf - Robert Leighton страница 6
O anda bir grup atlı göründü; başlarında Sigurd Erikson vardı ve onu çuvallarca yiyecek ve mal yüklü katırlar takip ediyordu. Adamların her biri kılıçlar, kalkanlar, yaylar ve oklarla kuşanmıştı. Bu kadar atı bir arada gören Olaf varış yerleri neresi olursa olsun kara yoluyla gideceklerini anladı. Onlar yaklaşır ve dururken gözleri süratle adamların arasında Thorgils Thoralfson’u aradı. Evet, üvey kardeşi gerçekten de aralarındaydı! Katırlardan birine binmişti, güneş ışığı beyaz fistanına ve eğdiği başına vuruyordu. Bunun üzerine Olaf, efendisi sözünü tuttuğu ve Thorgils esirliğine eşlik edeceği için sakinleşti. Belki bugün değildi ama bir gün konuşabilecek ve bir kaçış yolu bulabileceklerdi.
Güzel, beyaz atına binen Sigurd etrafında korumaları olan bir krala benziyordu. Olaf’ın midillinin sırtına sıçrayışını izledi ve adamların oğlanı iplerle bağladığını gördü. Aralarından biri zincirin ucundayken diğeri midillinin yularını tuttu ve böylece genç köle iki yanında atlı birer korumayla kapılardan geçti.
Kısa süre sonra yedi uzun yıldır köle olarak yaşadığı kasaba ve çok sevdiği deniz arkasında kaldı. Sigurd ve yanındakiler güneye, tepelere doğru at sürdüler, ardından seyahat etmeyi zorlaştıran büyük kaya parçalarıyla kaplı uzun, kasvetli vadilerden geçtiler. Onlara rehberlik eden sadece dar bir at yolu vardı, çok geçmeden o da çayırların içinde kayboldu ve arazi insan izine rastlanmayan ıssız bir hiçliğe dönüştü; bir tek çıplak, sarp tepeler ve ara sıra görünen aşağıdaki topraklara dökülen akarsular vardı. Olaf yorgun hissetmeye başladı, midillinin sert zemindeki sıçrayışları alışık olmayan uzuvlarına acı verdi. Ancak sonunda sıcak güneş altın rengi bir aleve dönüştü ve ilk günkü yolculukları sona erdi.
Büyük çam ağaçlarını sığınak edinerek geniş, derin bir akarsuyun yanında durdular. Atların ve katırların yüklerini alarak dolaşmalarına izin verdiler, fazla uzaklaşmasınlar diye köpekler onlara göz kulak oldu. Adamlardan bazıları çadır kurarlarken diğerleri ateş için kozalak ve kuru dal topladı, diğer ikisiyle efendilerinin para torbalarını korudular. Her şey hazır olduğunda herkese yiyecek ve içecek dağıtıldı.
Gece olduğunda hâlâ zincirlenmiş olan Olaf ve Thorgils kuru eğreltiotlarından yataklara yatırıldılar. Yanlarında yabancı topraklardan gelmiş gibi görünen genç erkek bir köle daha vardı. Uyuyana kadar sessizce adamı izledikten sonra koyu renkli ağaç dallarının arasından parlayan yıldızların altında uzanıp o gün başlarına gelenleri konuştular. Olaf, Thorgils’e yeni efendilerinin adını bilip bilmediğini sordu.
“Hayır,” diye cevapladı Thorgils. “Bizi neden satın aldığını da anlamadım. Tek bildiğim Norveçli ve zengin olduğu.”
“Aklıma sadece bizim aracılığımızla bir hainlik yapacağı ve bizi denizden batıya götürerek Gunnhild’in oğullarının ellerine teslim edeceği geliyor,” dedi Olaf.
“Bundan korkman için pek sebep yok,” dedi Thorgils. “Onun için pazardan alabileceği köleleriz ve bence yalnızca memleketlisi olduğumuz için bizi seçti. Babanın kim olduğunu öğrenseydi şüphesiz bizi Norveç’e götürmeyi planlardı. Ama mümkün değil. Estonya’da ikimizden başka Olaf Triggvison olduğunu bilen yok ve bu adamın öğrenmiş olması mümkün değil.”
Olaf bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet konuştu.
“Thorgils, seni kandıracak değilim. Bu adam kimin oğlu olduğumu biliyor ve ona bunu söyleyen bendim.”
Thorgils darbe almışçasına içini çekti.
“Sen mi söyledin?” diye bağırdı. “Ne düşüncesizlik! Sana hep bu sırrı saklaman gerektiğini söylemedim mi? Karşına çıkan ilk meraklı yabancıya hikâyeni anlatmanın nedeni neydi? Dilini tutamadın, şimdi de talihsizliğimiz öncekinden de fazla!”
“Benimle çok kibar konuştu,” diye açıkladı Olaf, “ve nasıl köle olduğumu sorduğunda cevap vermeyi reddedemezdim. Düşman olduğu aklıma gelmedi.”
“İnsanları anlama konusunda beceriksizsin Ole,” dedi Thorgils. “Gözlerinde çok geçmeden kalbindeki kötülüğü anlamanı sağlayacak bir bakış var, hem böyle tatlı dillilere güvenilmez. Ama düşüncesizliğinin işe yaradığı bir şey var; bizi tekrar aynı efendinin buyruğu altına getirdi, yani birlikte çalışırken kaçmayı beceremeyip bir Viking gemisine binemezsek yazık olur.”
“Yeni efendimiz bizi karada bir yere götürürse bu kolay olmaz,” dedi Olaf. “Bu adamların hiçbirinin üzerinde deniz izi yok, hepsi karacı.”
Thorgils gökyüzüne bakarak kutup yıldızını aradı.
“Güneye doğru gidiyoruz,” dedi biraz sonra.
“Güneyde hangi ülke var peki?” diye sordu Olaf.
Thorgils bilmiyordu. Ancak bazı tüccarların güneydeki Mikligard adında büyük bir şehrin kıyılarından geldiklerini hatırlıyordu; Norveçliler ona Constantinople diyorlardı ve yolculuklarının orada sona ereceğini tahmin ediyordu.
Sonra Olaf sessizce birlikte uyudukları adama yaklaştı ve onu uyandırdı.
“Söylesene,” dedi. “Bu efendimiz kim ve bizi nereye götürüyor?”
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı genç. “Beni alalı üç gün oldu ve buralı olmadığımdan konuştukları dili anlayamıyorum. Memleketim denizin öteki tarafında.”
“Nerede?” diye sordu Thorgils.
“İngiltere’de.”
“Gerçekten de uzak olsa gerek,” dedi Olaf. “Öyle bir yeri daha önce duymamıştım.”
“Batı Denizi’nin karşı tarafında bir ada,” diye açıkladı Thorgils. “Adını sık duydum. Kral Erik Kanlıbalta orada yaşayıp ölmüş. Norveçli çoğu Viking, Anglusların zenginliklerini ele geçirmek için denizi aşıyor. Viking olsaydım ben de rotamı İngiltere’ye çevirirdim.”
“Ben de seve seve seninle gelirdim,” dedi İngiliz genç. “Şu anda kaçacak olsanız bile. Ama denizden uzağa gidiyoruz gibi görünüyor ve gemiye bineceğimiz konusunda pek umudum yok.”
“Kaçışımızı geciktirmezsek yeterince umut olur,” dedi Thorgils, kamp ateşlerinin yandığı yöne bakarak. Bir süre sessiz kaldıktan sonra elini yabancının koluna attı.
“Adın nedir?” diye sordu.
“Egbert,” diye yanıtladı oğlan.
“Peki nasıl oldu da Estonya’ya getirildin?” dedi Thorgils merakla.
Bunun üzerine Egbert hikâyesini anlattı. Dediğine göre Norhumberland’da doğmuştu. Zengin bir silahtar ve gümüşçü olan babası ülkenin o kısmına yerleşen Kuzeylilerden biri tarafından öldürülmüştü ve Edith adındaki annesi onu dul bırakan bir adamla evlenmişti. Adamın ismi Grim’di; oraları yöneten Erik Kanlıbalta’nın hizmetinde bir savaşçıydı. Kral Erik’in ölümü üzerine Grim ve diğer pek çok Viking, Kraliçe