Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları söylemeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca arası aşılıp Çoban Ilıcası’na varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bu haberlerin başında, Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardorna Kalesi’ni bir kanlı baskınla zaptetmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilâverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya… En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu olaydaki inceliği kavradığından, haklı bir gurura kapılıyordu. Dalmaçya kahramanlarına Çoban Ilıcası Karargâhı’ndan selâmlar uçuruyordu.

      Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalı beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.

      Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz açık bir işaret, aşka yorulabilecek bir kayıt yoktu. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendi sağlığından ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan ilgilendiğini, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için onu zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve Padişahın vaziyetini nasıl buluyordu? Valide Sultan hiç bu noktalara değinmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde, “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi, ‘Efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün, ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün, ‘İyi o, çok iyi,’ diye sevinç gösteriyordu,” şeklinde bir açıklama yapmıştı.

      Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi, Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir anlam çıkarmaya savaşmıştı. Kızın, kendisini anarken Valide Sultana karşı “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “Aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir arzuyla “Aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe heyecanlara kapılıyordu.

      Sözün kısası Hürrem ve savaş, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve ardından susan taraf ortaya çıkarak berikini sessizliğe davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Ancak savaş sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e vereceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir huzur geliyordu.

      Süleyman, ordu ve hükümet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de düzen içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu zararlı yaratıklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan Suyu’na gelindi.

      Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip yâr-ı can dediği kızın sağlığını müjdeliyordu. Bozdoğan Suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi, tavrı, hâli değişti.

      İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahralar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.

      Genç Hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, başaramadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi; zincirden boşanmış, fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.

      İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi.

      “Kocaları seferde olan eksik etekleri rüşvet alıp başkalarına nikâhlayan, akçesiz hüküm vermeyen, koca bir şehri haraca bağlayan Kara Kadı, Konya’dan geldi. Şikâyetçileri de beraber. Ne ferman buyrulur?”

      Süleyman şöyle bir duraladı, nefsiyle mücadele eder gibi göründü ve sonra gürledi.

      “As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”

      “Ordu kadısından fetva alsak, uygun olmaz mı?”

      “İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”

      Kara Kadı’yı suçlayan Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek yoluyla cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca Vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellâtlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere sesleniyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu.

      “Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”

      Onun bu zalim isyanı, hiç şüphe yok, hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi. Valide Sultanın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine düzene girdi. Süleyman, Hürrem’in sağlık haberini almadan Bozdoğan Suyu’nu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın tepkisini anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu olayda, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek Hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak bu olayı candan alkışlıyordu. Yalnızca Hasodabaşı İbrahim işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.

      Yine bu Bozdoğan Suyu menzilinde, Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek Hisarı’nın lâğımlar yürütülerek düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk zafer şerefine meşale yakılıp destanlar söylenirken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı.

Скачать книгу