Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

yarıda bıraktırarak haykırırdı.

      “Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım şeyi oku.”

      Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:

      Dağı gamın ki mihr ü muhabbet nişanıdır,

      Sinemde saklarım ki saadet nişanıdır.

      Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı.

      “Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda; niye gam çekersin? Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”

      O vakit Hünkâr acı acı gülümserdi.

      “Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. Gel desem geleceğini bilirim, hatta öl desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, durumun dışyüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşünüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”

      “Siz işaret buyurun, o gel demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez, Hünkârım.”

      “Çekinmez belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife yer yoktur. Sevgili, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”

      Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir örnek gösterdi.

      “Rahmetli babamla elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne zorba, ne de kahrediciyiz. Hâlbuki aşk, o gerçekten yavuz kişiyi de hâlden hâle düşürmüştü. Acı ve gözyaşı içinde,

      Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân,

      Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek,

      diyen babam değil miydi?”

      Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı, yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi.

      “Haklısınız, Hünkârım,” derdi, “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın büyüklüğünden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat,

      Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka,

      Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi,

      sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”

      İbrahim çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da yüceliğinin velvelesiyle sersemleştiren şu taç sahibi âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi görevi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin Süleyman’dan sonra en kudretli adamı olmak için böyle davranması gerekti. Ancak, nabza göre şerbet vermek, gerçeklere yüz çevirmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini, sezdiği hakikatin rengine ve içeriğine göre belirlemeyi de gerekli bulurdu.

      Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki coşkunluğu gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da, emsalsiz bir güzelliğe karşı duygu gösterir, çekilir ve açılır. Lâkin maksadı, o güzelliği içine atmak ve eritmektir.

      İbrahim bütün bu gerçekleri biliyordu, hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya gücü yeten bu genç Hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması, başkalarını hayrete düşürse bile Hasodabaşına şaşkınlık vermezdi. Çünkü o, Padişahın sınırsız bir güçten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, acıya hasret kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin düşüncesine göre, Padişahın Hürrem’e yanıp yakılması, hele de onu kendine hemen mal etmeyip uzakta bulundurarak ortaya sunî bir hicran koyması hep o ruhsal sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen görev, Padişahın bu ruh hâlini okşamak, hayali üzüntülerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.

      İbrahim, kendi geleceğini ve mutluluğunu düşünerek nedimlik görevini ince bir ustalık ve beceriyle yaparken, Sultan Süleyman’ın gelip geçici isteklerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne de saz o özü uzun müddet sarhoş tutabilirdi. Aşk da, şimdi görünen hastalıklı şekliyle de olsa, o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına geldikçe, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük meselesi olan Rodos seferine getiriyordu.

      Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak ve yakınlık içinde yaratılmış şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber, nediminin değindiği konulara ilgi göstermekten de geri kalmaz, hemen düşüncelerini, kararlarını sıralamaya koyulurdu. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit sohbetler, iki kadeh arasındaki ara kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek konu hızla değiştirilirdi.

      Günler birbiri ardına işte bu biçimde geçti, Sultan genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı. Yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kızı, yanı başında olmasına karşın görmedi fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli, uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta misali ona yaklaşmak ve bu ölüme yakın ruhu, sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.

      Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu durumda Hünkâra haber verdi.

      “Padişahım,” dedi, “üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”

      O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhsal zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını bildirdi.

      “Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”

      Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın,” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı.

      “Hürrem’i bir kez görmek istemez misin, Aslanım?”

      “O, yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar ’a geç. Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”

      Ve annesinin kulağına eğildi.

      “Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık

Скачать книгу