Hürrem. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem - Turhan Tan страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem - Turhan Tan

Скачать книгу

için gülmüştü. Çünkü, aşktan kaçanların sevgililerini daha çabuk bulmak için koştuklarını her kadın gibi o da biliyordu.

      Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten tam anlamıyla korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vaat eden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık büyüklüğüne yakışmayacak şeylere tenezzül etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.

      Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyor, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı benliğini hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.

      Bu değişiklik ve bu hissi yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında, sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selâmlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.

      Daha ötede filo, onun geçişini renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyretmek için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Kapudaneler, patronalar ve riyalalar, yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu görkemli filoyu yakından görmek ve onun bağrından genç Sultanın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.

      Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklarla çeşit çeşit fenerler, Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmet ve heybetin içine getirdiği ferahlıkla hakiki bir göğe yükseliş zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve gurulru bir güvenle gülümseyerek için için söylendi.

      “Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”

      Donanma toplarının velvelesiyle uğurlanarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.

      Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileriyle hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa ve Salacak semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saraysa mirî binalardandı.

      Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.

      Sultan Süleyman, yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak Sadrazama şu tebliğde bulundu.

      “Validem gelecek. Yanında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Sakın sıkılmasın.”

      Onun sıkılmamasını istediği anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekinin adını anıp berikini kastediyordu ve bu mahrem hatırlatmadan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra “İki Mustafalar ” dediği paşaları yanına çağırttı.

      Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi. Öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış, Yaylak lakabıyla anılan bir yiğitti.

      Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi.

      “Bak, Paşa,” dedi, “bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük atam Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”

      Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü.

      “Serasker Paşa hem adaşın, hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”

      Onlar el ve yer öpüp filoya katılmak üzere ayrıldıktan sonra, Hasodabaşı İbrahim huzura girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu.

      “Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi Efendim?”

      Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci, bu sefer de kırk iki yıl önce yapılan Rodos kuşatmasına ait krokileri, planları yollamış ve o kuşatmada Türklere casusluk edip, sonunda birer suretle felâkete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.

      Hasodabaşı İbrahim, Hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı.

      “Mahmut Reis’in,” dedi, “hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır ortaya çıkarsa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”

      Süleyman, bu düşüncenin tam tersini ileri sürdü.

      “Bence,” dedi, “bu değersiz bir meseledir. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir. Bu gibilerin yokluğu, varlığından iyidir. Zorunluluk hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur, lakin eli öpülmez; casusların da hizmeti ödenir, fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri gerek, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”

      Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi.

      “Kırk günde mi,” dedi, “Marmaris’e varacağız? Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”

      Hasodabaşı, savaş yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lâzım gelen Hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı.

      “Sultanım,” dedi, “sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla gidilseydi Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz,

Скачать книгу