Türk Tarihi. Necib Âsım Yazıksız

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız страница 16

Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız

Скачать книгу

gibi eski Türkler de hububatla geçinirlerdi. Bunlara çorba için aşlık darı, arpa veya buğday lazım idi. Bu çorbalara, hâlâ Anadolu’da olduğu gibi, aşlarına bolca süt, yoğurt, peynir, kaymak kattıklarından şüphe yoktur. İlkbaharda kısraklarından sağdıkları sütten, millî meşrubatları olan köpüklü kımız yaparlar ve kışın da buna darı şarabı katarak narasun yaparlardı. Bayram günleri ile gelen misafirlere hürmeten tavuk veya bir kuzu kesilirdi ki bu adet hâlâ bakidir. Başka günler ise sakatlanan hayvanlardan başkasını kesmeye kıyamaz idiler. O vakitlerde şimdi olduğu gibi, sürüsünden değil, mahsullerinden geçinirdi, yani bunları şehirlilerle kumaş, hububat veya sair ihtiyaçları ile değişir veyahut peşince parasını alır idi. Beş Şehir veya Tara gibi verimli bir yere yerleştiği gibi tarancı78 ekinci olurdu ki hâlâ Pe-Lu ve Nan-Lu’da bu isimde bir Türk kabilesi vardır. Sulama kanalı manasında olan eski “ark” kelimesi Türk dillerinin hepsinde bulunur. Fakat yerleşmiş olan halk pazarı kapandığı, hayvanlara kıran girdiği veya boran yeli eserek sürü kırıldığı, yani hâlâ bugün “mal” dedikleri şey ellerinden çıktığı, kuvvetli bir kabile gelip erkekleri öldürüp sürüleri sürdüğü zamanlarda yine yaşamak lazımdır. Böylece kabileler içinde en zayıf bir hâle düşülünce ya buna katlanılır yahut kıp-çağa çıkılıp Kırgız olunur yahut çöllerde Kızaklık edilirdi. Eğer kuvvete güvenilirse intikam alınır, gasp edilmiş mallar silahla geri alınır ve ayaklanılırdı. Sonra toplanan silah arkadaşları kazandıkları başarıya, gasp ettikleri atların çokluğuna güvenerek cesaretlerini artırır, akına başlarlardı. Türkler atlanınca güney ve doğu taraflarında bulunan ve atlarının ayakları altından toz, duman kasırgası çıkan çit yolu, Soğd, İran ve hep tuhaf olan Çin yollarına yönelirler idi. Asrımız seyyahlarından Prjevalsky kuzeyden gelip ucu bucağı belli olmayan bir yolcuya Çin görünmeye başladığı zaman görünen güzel manzarayı şöyle tarif ediyor:

      Seyyah son adımına kadar ovanın arazisini oluşturan zemin dalgaları içinde kuşatılmış bulunur. Derken birdenbire önüne ihtiyar kadın görünümlü bir panorama çıkar. Hayret içinde kalan seyircinin ayakları altında peri hikâyelerinde olduğu gibi yüksek dağ silsileleri ihtişamla gözükür. Yüksek kayalar, derin boğaz ve uçurumlar birbirine karışarak içinde gümüş vurulmuş şeritleri andıran birçok su cereyanlarına gezinme yeri olan, hayat bağışlayan vadiyi izler.

      Mavi dağlar, rengârenk bir halıyı andıran ovalar, gümüş gibi akan suların manzarasının atlı pusatlı bir adama bahşeylediği derin heyecanı anlamak için o bitmek tükenmek bilmeyen tekdüze uzun günlerde verimsiz, çorak yerler içinde ömür geçirmiş olmak lazımdır. İşte öyle bir yerden gelen bu Türkler ovanın zirvesinde Çin’in bu güzel manzarasını gördükleri zaman artık kurtuluşa şüpheleri kalmaz. Araziden geçmek güç değil; her tarafta su var, hemen ovaya inerler.

      Ya geri dönerler yahut memlekette birleşir, orayı benimser kalırlar idi. İşte o zaman iş bir yağma hâlinden çıkarak oranın hükümdarı, sahibi olurlar idi. Eğer kendilerini zayıf bulurlarsa cizye vergisi verir, çit (sınır) muhafızı olmak veya cüretli asker yazılmak üzere müzakerelere girişirlerdi. Hiung-Nuların evlat ve torunları Asya’da Orta Çağ’da icabına göre bu suretle işte bu şekilde yağmacı, hükümdar veya ücretli asker olmuşlardır.

      Bunların uzak memleketleri fethedilmiş bir yerdi. Hatta çöllerinden birisine Türklerin kendileri: “Barsa Kilmez” yani “Varan Gelmez” derlerdi. Oralara seyahate gidenlerden dönen olmaz ve nasılsa giden Çin ordusu mensuplarının pek azı döner idiyse de “dönen olmaz” idi. Birçok Çin kumandanları buralarda az ordu telef etmemişlerdir. Batıdan, Volga ve Ural taraflarından gelen Araplar ve Bizanslılar buraya “Memalik-i Müzlime-Karanlık Memleket” dedikleri gibi, birçok zaman güneydoğuda yerleşik olan bizzat Hun ve Türklerin nezdinde bile Hazar Denizi “Kuzgun Denizi” adıyla anılırdı. Çit boyunda tuz kasırgaları arasında barikatı andıran silahların bahşeylediği korku ve dehşeti anlamak için Çanglar zamanından kalma Çin şarkılarını okumalıdır.

      Türk muharebesinin dehşeti, kuzey çitinde ardı arkası kesilmeyen heyecan, meçhul çölün bahşettiği korku, Çin göçebe şairini harbe gidiş hengâmesinde şöyle söyletirdi:

      Araba ling ling ses verir, siyau siyau diye soluk alır… Askerler yanlarına yay ve oku asıp giderler. Analar, atalar, çoluk çocuklar, asker safları içinde karmakarışık koşarak bunları uğurlarlar. Salıvermemek istiyorlarmış gibi bunların eteklerine sarılırlar.

      Çitler memleketinde olan kışı da şöyle tasvir ederler:

      Beşinci ayda hâlâ Tiyenşan üzerinde kar erimedi;

      Bu kadar sert bir iklimde bir çiçek bile görünmez.

      Şafak atar atmaz, çan veya davul sesine kulak vererek harp etmeli, geceleri eyer üstünde uyumalı…

      Askerler ancak Gobi kumlarında tozacaklar.

      Bu vahşet uyandıran çölde göze görünen bir şey varsa o da gökte asılı hilal şeklindeki aydır.

      Orada şebnem kılıç ve canlılar üzerinde belirir.

      Uzun bir müddet Türk muharebesindeki erini bekleyen bîçare canlı kadın da şu şekilde ümitsiz feryadını haykırır:

      Sarı toz bulutlarının çevrelediği şehre yakın, kargalar geceyi geçirmek için toplanır. Gak gak diye ötüşüp birbirlerini çağrışarak uçup dönerler.

      Savaşçının karısı tezgâhı başında oturmuş ipek dokurdu:

      Güneşin son ışıklarından hâsıl olan kızıl perdenin ardından, kendisine kuzgun sadaları gelir.

      Kadın mekiğini durdurur. Daima beklediğini çaresizlikle düşünür;

      Sessiz bir şekilde tek başına uyuduğu yere çekilir. Üzüntüden gözyaşları gözlerinden yaz yağmuru gibi dökülür.

      Arap ediplerinden Cahiz, Türklerin Faziletleri79 adlı eserinde Türk savaşçılarını vasfeder;

      “Bunlar at ve süvari sahipleri olup atlar üzerinde askerleri devrettiği gibi hamle ve deveranda mahir olduklarından bir kâtip nasıl yaprak çevirirse askerleri dahi düşmanı öylece çevirerek tarümar ve saç gibi darmadağın ve yerle bir ederler. Pusu ve öncüler ile zamanın hâkimi bunlardan olduğu gibi, namlı günler, büyük muharebeler, sancak ve davullar ve çanlar, bölüklerin sahipleridirler. Elbisede, silahta idrakte ve hayvanlarının kuvvetinde ayak patırtıları, at kişnemeleri, rüzgârın elbiselerden çıkardığı sedaları ve hayvanını sürmesinden kaynaklanan avaze, muharebede arayan olup aranan olmamak bunlara mahsustur.

      İranlılar “Turan Eli” dedikleri Türkistan’ı Çinlilerden daha az bilirlerdi. Birkaç kere Ceyhun’u geçtikleri Turanlılardan Soğd ülkesini aldıkları hâlde Seyhun’u geçip asıl Türkistan’a girememişlerdi. Çin’de Hiung-Nuların olduğu gibi İran’da da Turanlıların çitleri var idi. Bunlar gâh galip ve gâh mağlup oldukları hâlde egemenlik altına girmemişlerdi. Saka, Massagetler, Hyrkania (Mazenderan), Soğd sınırlarında çatışmalar olmadığı zamanlarda, yine kendi cinslerinden Yue-ti ve Ti-luların Çinlilere ettikleri gibi Part ve İranlılara ücretli askerlik ederlerdi. Fakat çitlerin öte yanı, asıl memleketleri meçhul, karanlık, nüfuz edilemez

Скачать книгу


<p>78</p>

Macarcası Aruk’tur.

<p>79</p>

Bu eserin Arapça bir nüshası Ayasofya Kütüphanesinde bulunur.