Türk Tarihi. Necib Âsım Yazıksız

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız страница 19

Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız

Скачать книгу

ettirmek arzusunda bulunan her kavim için gıpta olunacak bir hâldir. Askerî hizmet için ata binen, karakol bekleyen bir asker hiçbir zaman amirinden başka kimseyi tanımamaya mecburdur. Türk bir anadan ve bir babadan doğan refikine karındaş (kardeş) dediği gibi kendisiyle aynı yolda yürüyene yoldaş, hâl yakınlığı olanlara arkadaş diyerek asıl kardeşi ile arkadaşları hakkında kullanacağı kelimeleri de yakınlaştırır.

      İşte bu şekilde Türklerde akraba yakınlığından başka dost yakınlığı seçmek de vardır. İki Türk veya iki Moğol bir oymak ve hatta bir ulustan olmadıkları hâlde birbirlerini takdir ederek ant yoluyla kardeş olurlar. Bunlar birtakım şahitler önünde kollarından bir damar yararak kanlarını bir fincan içine akıtır ve bunu süt veya kımıza karıştırarak her birisi o karışımın yarısını içer, ikisi de Türk ve Moğolcada aynı manaya gelen “anda” olurlar. Özel merasimle icra olunan bu hâl her ikisini tabii kardeş ilan ederek bunlar kavim ve kabileleri, hısım ve akrabaları arasında sair evlatlardan fark olunmayarak aynı imtiyaz ve hukuka sahip olur ve yaşlarına göre birbiriyle muameleleri de iki kardeşten ayırt edilmez. Bu suretle kan kardeşi olmak âdeti günümüzde batı Türklerinde yoksa da çocukları arasında iğne ile kolunu kanatarak içmek hâlâ mevcut ve gözlemlendiği gibi, dilimizde Arapçadan yemin ve aynı manada kullandığımız “ant içmek” tabiri de bu eski âdetimizin kalıntılarındandır. Kan yalayıp kardeş olmak yalnız çocuklarda kalmış bir eski hatıra olarak kalmayarak edebî eserlerimizde bile korunmuştur. Mesela cennetmekân II. Sultan Bayezid Han hazretleri devri şairlerinden Mesihî şehit Sadrazam Ali Paşa hakkında kaleme aldığı makbul mersiyesinde:

      Subh-dem bir acîb uğraş oldu

      Her taraf lagza-i sabaş oldu.

      Dil-i paşa ile peykân-ı adu

      Kan yalaşdı ve karındaş oldu.

      Tîr-i şemşîrine zahm urduysa

      Bedenine gözüyle kaş oldu

      Dediği gibi cennetmekân Sultan Selim Han Hazretleri devri şairlerinden Âhî de:

      Okların can almaya tîrinle yoldaş oldular

      Sînelerde kan yalaşdılar karındaş oldular

      demiştir. Kan kardeşliği arz ettiğimiz şekilde kaldığı gibi “kanı sıcak”, “kanım kaynadı” gibi sözlerimiz de bu eski âdetten kalmadır. Kan yalaşmaya ve karındaşlığına ne kadar önem verildiği Cengiz ve evladının kuvvetli Türk milleti ile olan münasebetinde görülür.

      Türk ve Moğol tarihini ziyadesiyle aydınlatacak özel durumlardan birisi de “tevarüs-i ma’kus” (yansıyan veraset) söyleyişine uygun olan veraset usulüdür. Türk âdeti gereğince veraset büsbütün hususi bir tarzdadır. İkame olunan vâris yani aldığı reisliği devam ettiren evladın en küçüğüdür. Moğolların “ot çekin” ve Türklerin “tekin” dedikleri “ocak muhafızı, ev bekçisi” bu çocuktur. Çin tarihçileriyle Batı seyyahlarının kimseye devrolmayıp daima sahibi elinde kaldığından bahsettikleri tarla en küçük erkek çocuğa aittir. Bunun büyükleri naklolabilir malları yani asıl “mal” adlandırmasına şayan olan hayvan sürülerini bölüşürler.

      Bölüşmek bir kaideye tabidir. Ebulgazi: En uslu ve cesaretli olana atlar, en zayıfa koyunlar diyor. Bey aileleri içinde dört ayaklı maldan ziyade önemli ve diğerlerinin istimlakini temin eden, kudret ve saadet bahşeden bir şey vardır ki o da askeriye sınıfıdır. Çünkü eski Türk ve Moğolcada “kuvvet”, örf gereğince beğendiğine vermek, evladı arasında taksim etmek yetkisine sahiptir. Hatta bu taksime kızların da dâhil oldukları nadir değildir. Bu taksim şeklinde evlat çocuklu kadın niteliğine nail oluyorsa da genellikle babalarının mirası en büyük ile en küçük arasında taksim edilerek ortadaki yay, kılıç, belki de bir iki kötü at ile kalır. İşte özel bir hâl olan “tevarüs-i ma’kus” burada görülüyor. Mirastan mahrum kalan ortanca, gidip kendisine bir ata ve bir ana aramaya mecbur oluyor. Eski destan ve masallarda bunun hâli iki şekilde tasvir olunur. Bazen o çocuk atlanarak az gider, uz gider, dere tepe düz gider nihayet kocası tarlada bulunan bir kocakarının yanına varır: Anam ol der. Kadın razı olursa kalır. Akşamüstü ihtiyar gelir, ona da: Atam ol der. İkisi de razı oldukları gibi: Ana, ata bana bir ad veriniz der. Bundan anlaşılıyor ki böyle talih ardına düşen delikanlının hatta bir adı bile yoktur. Türkiye’deki söylencelerde tasvir edilen kahramanlardan birçoğu (atsız, adsız) diye lakap verildiği gibi tarihte birtakım hükümdarlar, cenk erleri de atsız lakabını büyük bir iftiharla muhafaza etmişlerdir.91 Bazen de küçük çocuk gide gide nihayet bir hükümdar sarayına varır. Peri cinsinden olan atı zayıf bir tay şeklinde ve kendisi de çula bürünmüş bir keloğlan kıyafetine girer. Böyle bir sefalet içinde bulunan at ve atlı, her türlü cenk oyunlarında, yarışlarda başarılı olur. Denizler aşmak, alev deryalarından atlamak, yedi başlı ejderler ve devlerle güreşmek gibi fevkalade tekliflerde bulunulur. Bunlarla başa çıkan yiğit nihayet başarı kazanır. Hükümdarın kızını alır. Sonra “bir düşmanın dağıttığı memlekete halkı toplamak için” yurduna geri gelir. O safiyâne emsal içinde edebî hikâyeler yahut sonraları âdet olduğu üzere güneş sistemi ile ilgili efsaneler aramak boşunadır. Eski Türklerin roman tarzındaki hikâyeleri kendi hayat gerçekleridir. Bu türden hikâyelerdeki “Atsız” gibi binlerce talih denemek isteyen yiğitler, Part kralları, Acem şahları, Arap emirleri, Çin imparatorları, Soğd beylerine müracaatla kılıçla hizmet teklif ederek bir ad ve aile istemişlerdir. Timurlenk, işte o pejmürde kıyafetli, artık atlı Türk yiğidi gibi izzeti için batılıların mahbesinden kaçmış ve aksak atının terkisine karısını bindirerek dünyayı fethe başlamıştır. Yine o delikanlılar gibi Timuçin dahi Kerayet kralından hizmet talep etmiş ve sonra Moğolların Cengiz’i olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı devletlerini teşkil edenler de küçük emîrlerdir. Moğolların yüce hükümdarı Babür Şah, miras kalan mülkü olan Fergana’dan mahrum edildikten sonra “Kazak ve Mardan” yani serseri bir de Bey oldum der idi. Hicretten bir asır önce IX. asır sonuna bin altı yüz altıya kadar hükûmetler yıkıp yapan Türk, Kazak ve Mardanları Arap emîrlerinin habercisi İran, Çin, Anadolu ve Suriye’nin ücretli askeri, Mısır Memluklerinin kat’ü’s sâkı olarak yer almışlardır.

      Şecere-i Türkî ve diğer eserlerden hülasa edilen bundan sonraki bilgiler Tarih-i Âlem’den az bir değişiklik yapılarak alınmıştır.

      Babadan ayrıldıktan sonra Sincar sahrasını terk ile arzın dört bir yanına yayılan Nuh oğullarından Yafes ve evlâdı dahi Asya’nın yükseklerine doğru yola çıkarak oraları kendilerine mesken tuttular. Rivayete göre bunlardan bir kısmı “Fars” ve “Bahteran”ı bir müddet vatan eyledikten sonra Kaşgar şehrinin bulunduğu dağ eteklerine doğru ilerlediler. Ve Çinliler ortaya çıkışlarını Şansi eyaletinden sayıp itibar edegeldiklerinden, ihtimaldir ki anılan kısım Kaşgar’ın doğusunda bulunan çöl yoluyla Şansi eyaletine hicret ile orayı vatan tutup Çin sülalesi dahi ondan ayrılmış ola.

      Yafes oğullarının bir kısmı da Sincar sahrasının kuzeyine doğru yola çıkarak Kürdistan ve Gürcistan dağları aralarına ve oradan Tanay (Ten-don) ile Volga nehirleri arasına girdiler ve ondan sonra bir kısmı doğuya ayrılarak Türk insanı ve diğer kısmı batıya ayrılarak Avrupa milletlerini teşkil eylediler. Bazı tarihçiler de Yafes’in sekiz evladı olup hep birlikte Hazar Denizi’nin kuzeyi ile kuzeydoğusu arasına göç edip orada bir müddet ikametten sonra Volga yahut İdil Nehri ile Yayık Nehri arasına göç ettiklerini ve adı geçen Yafes sülalesinin en akıllısı gördüğü Türk adlı oğlunu aile reisi seçerek vasiyette bulunduktan

Скачать книгу


<p>91</p>

Atsız, Harezm’in üçüncü emîridir.