Türk Tarihi. Necib Âsım Yazıksız

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız страница 18

Жанр:
Серия:
Издательство:
Türk Tarihi - Necib Âsım Yazıksız

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Beyin maiyetindeki memurları beş büyük ve yirmi üçü bunlardan aşağı olmak üzere yirmi sekiz neferden ibaret olup memuriyetleri irsidir.83 Eski Hiung-Nular gibi bunların da yazılmış ne kanunları ne de muntazam usul muhakemeleri vardır. Örf ve âdetlerine dayanarak adalet icra ederler. Fesat cemiyeti teşkil edenler, asiler, katiller, evli kadınlara saldıranlar idam olunur. Bir genç kızı iğfal edenler bikir için tazminata ve evlenmeye mecbur olurlar. Darbeden ve yaralayanlar kısas ile cezalandırılırlar. Hayvan ve eşya çalanlar onları aynen veya bedel olarak on mislini verirler. Kibar kadınlar kendilerinden aşağı sınıfta bulunanlara varamazlar. Dengi olan bir kıza çıkan talibi ebeveyninin reddetmesi âdettir. Ölen bir babanın diğer batından olan oğlu, üvey anasını, küçük birader büyüğünün dul kalan eşini, yeğen amcasınınkini nikâhlamak durumundadır. Bunlar her ne kadar göçebe iseler de her Türk’ün bir tarlası vardır.84 Hanları Tonkin Dağı85 üzerinde ikamet ederler. Eski Türklerin dinleri hakkında Çin tarihçisi az bir şey söylüyor. Hanlarının çadırlarının hürmeten gün doğusu tarafına açıldığını, her yıl hâli vakti yerinde olanların, atalarının mezarına giderek kurbanlar kestiklerini ve beşinci ayın ikinci onunda hepsinin Altın Dağı86 ziyarete gittiklerini, bu dağda “Büt Tengri” Gök Tanrı’ya ibadet için en büyük beylerin bulunduğunu; bu dağdan dört yüz (li) ötede mahsulsüz, ağaçsız ve yine Büt Tengri adıyla bir dağ olduğunu haber veriyor. Bu ikinci dağa Çince “Poteng-i-li” diyorlar ki tam Türkçesinin tercümesidir.

      Çinli tarihçi, Türklerin hiç takvimi olmadığını (tarihçinin bundan maksadı orta asırlar-Cycle chronoligiquedır)87 ve yıllarını ortalık yeşillendiği zamanlardan itibaren yani bahar mevsiminden saydıklarını beyan ediyor. Ulularına ziyadesiyle yas tuttuklarını ve hürmeten kurbanlar kestiklerini, yüzlerini bıçaklarla yaraladıklarını ve atı ile giysilerini yaktıklarını söylüyor. Eğer insan baharda ölürse gömmek için yaprakların sararıp solmasını beklerler, kışın ölürse yapraklar yeşerip fidanların çiçeklenmesini beklerler. Zaman geçtikçe bir çukur kazıp oraya gömerler. Defin merasimi icra olunduğu gün merhumun akraba ve dostları bir kurban kesip öldüğü gün yaptıkları gibi at koşuları yaparlar ve yüzlerini bıçakla keserler. Definden sonra mezar üzerine taşlar dikip kitabeler yazarlar. Dikilen taşların sayısı mevtanın hayatında öldürmüş olduğu düşmanların sayısına eşittir. Eğer bir adam öldürmüş ise bir taş dikerler. İçlerinde yüz, belki bin taş dikilmiş mezarlar bulunur. Mezarın yerinin uzaktan belli olması için uzun bir sırık dikerler. Bazı özel durumlarda mezarın üstüne bir bina kurup içine vefat edenin tasvirini ve hayatta iken katıldığı savaşların resimlerini yaparlar. Her vefat yıl dönümünde bayramlık elbiselerini giyinip koyun ve at kurban ederek kellelerini mezar üstüne asarlar.88

      İşte bir eski Çin tarihçisi milâdî V. asırda (hicretten iki asır önce) Turkiu veya Türk adını alan Hiung-Nuların hakkında şu malumatı veriyor. Türk ve Moğol vakanüvisleri ile tarihçileri, nâzım ve mürettipleri belli olmayıp Mösyö Radloff vasıtasıyla büyük bir titizlikle toplanan destan, Türk masalları,

      Sibirya’nın güneyinde keşfedilip bir kısmı şu yakınlarda çözülüp okunan Türk yazıtları, birtakım kütüphane vesair yerlerde bulunan Türk ve Moğol ferman ve resmî evrakı gibi nadir şeyler Çin tarihçilerinin rivayetlerini doğrulamaktadır. Şu birkaç sene öncesine gelinceye kadar bir kısmı bilinmeyen ve bir kısmı da anlaşılamayan bu gibi eserlerin delaleti ile bugün Hunlar, İranlıların Turanîleri, Macarlar, eski Moğollar ve ilk Mançular gibi bir kısmı yok olmuş ve birazı değişime uğramış olan kolların sonraları, milâdî VI. asırdaki (hicretten bir asır önce) hâllerini âdeta gözle görmüşçesine inceleme imkânı hâsıl olmuştur.

      Çin tarihçilerinin verdiği ayrıntıdan âdeta muntazam ve tamamını iyi muhafaza eden bir topluluğun varlığı anlaşılıyor. Bu Türklerin en çok göze çarpan hâli, kendilerinde hiyerarşiye riayet ve askerî terbiye fikri bulunmasıdır. Bunlarda fesat ve isyan idam ile cezalandırılır. İnsanın şahsî değeri kudret ve yetki ile doğru orantılıdır; ancak ihtiyarlar doğal olarak muhteremdir. Çin tarihçisi; “Bunlar savaşta can vermekle iftihar eder, hastalıkla ölmeyi ar sayarlar” diyor. Sanang Setsen adlı Moğol’un şu darbımeseli de bunu doğrular: “İnsan evde doğar, harp hengâmesinde can verir.” Türklerin ne Romalılar gibi peder ve sinyorları, ne Araplar gibi şeyhleri vardır. Bunların yanında en çok hürmet gören (eski) manasına gelen Akalarıdır.89

      Askerî mertebede hâlâ yürürlükte olan kıdem usulüne bunlar pek ziyade riayet ederlerdi. Bizdeki başeski ve ağa tabirlerinin oldukça önemli zatlara verildiği malumdur. Ata unvanı dünyadan el çekmiş zahitlere verilir ki ruhanî unvanlardandır. Maddiyat ve dünya ile alakalı hususlarda Türk kendi fevkinde bulunan ağasına riayet ve itaat eder. Hatta lağvedilen Yeniçeri ocağında reis, serasker makamında olan kişilerin ağa unvanını muhafaza etmeleri maiyetleri üzerinde diğer lakaplardan daha etkili olmasındandır diyebiliriz.

      Cahiz kitabında şöyle diyor: Yeryüzünde, muharebelerde ve başkanlıkta zarar görmemiş olan yalnız Türkler olup bunlar dayanışmaz ve ortaklık etmezler. Dayanışma ve ortaklaşmayı beğenmeme; fikir ayrılığı ve seyr ü harekette çekememe ve hasetlik vesilesi olmasıdır. Türkler bir askerî saf oluşturdukları zaman içlerinde bozukluk olursa hepsi onu görürler ve bilirler. Eğer mevcut olmazsa tamah etmeyip çekilirler. Kanaatleri ve arzuları ikballeri ile birlikte denktir. Onlar tevil eden, övünen, bilgiçlik taslayan insanlar olmayıp her hususta, her işte sağlamcı, metindirler. Aralarında ihtilaf azdır. Farslar, birbirleriyle dayanışma içinde savaşa çıkan Arapları ayıplayıp harp, zevce ve imarette ortaklık fenadır dediler. Buna cevaben: Bir millet güvenen olduğu zaman dayanışmadan zarar görmüş olur ise birbirini çekemeyen halk acaba ne yapar? denir.

      Türkler dalkavukluğu, nifakı, gıybeti, riyayı, idarecilere mahsus casusluğu, ekâbire mahsus tekellüfü ve âlî kimselere haddi aşmayı, nefsin arzularına bağlı olmayı bilmedikleri gibi malları tevili de helal etmezler. Memleketlerine muhabbet ve galip ve hâkim oldukları memleketler, yağmada lezzet alma ve alışkanlık, âdet ve ahvale bağlı kalıp daima zafer sevincinden süregelen ve birbirini takip eden ganimetin çokluk ve tatlılığından ve çayırda oynamaktan bahs ve zikrederler. Her bir zamanda meşgul bulundukları gibi yıldırana kadar bırakmazlar ve beğenmezlerse uzaklaşırlar. Bunlar hep yükseklik mertebesi ile bütün Acem (Arap haricindeki kavimler) arasında ihtisas kazanmışlardır. Zira terkip ve tabiatlarının karışımında, memleket ve topraklarının terkibinde ve sular ile azıkların ayniyetinde başka kavme benzemeyip mesela: Bir Basralı gördüğün zaman Basralı mıdır, Kûfeli midir? Keza Cebelî’nin Cebelî mi, Horasanî mi? Cezerî’nin Şâmî mi?.. Cezerî (Cizreli) mi? olup olmadığını bir bakışta tayin edemez isek de Türklerde kıyafet ve sezgi ile sorma gereği duymadan kimliğini tahmin ederken hataya düşmezsin! Kadınları da erkekleri gibi olup Cenab-ı Hak bu beldeyi böylece yaratıp, toprağını taksim ve fark eyleyerek dünyanın sevinçlerini, sınırsız kuvveti ve sebeplerinin miktarı ile Rabb’e bağlılık irade ve ihsan eylediği hasletler ve aletlerini, yürürlükte olan ecel müddetinin sonuna kadar onda toplamıştır. Eğer ki ahirete giderlerse Hak Teâla’nın, Şüphesiz biz onları (eşlerini) yepyeni bir yaratılışta yaratmışızdır. 90 İlh. ayet-i kerimesi manasına mazhar olurlar. Bunun gibi Horasan’a nazil olan Arap ve Arap

Скачать книгу


<p>83</p>

Büyük memurlar: (1) Yabgu (2) Büt (3) Tegin (4) Sulıpat (5) Tudun pattır. “Büt” denilen ismi hatalı olup “şat”olması gerektiğini iddia ve Tunguzlar zamanında Türk askerlik âleminde ve en büyük rütbe (şat) ikinci “tekin” ve ondan sonra (yabgu), kut, çat, apu, sulıpat, tudun, sukin, yen, hung, nat ki-li-pat ve tangan” olduğunu beyan edilmiştir.

<p>84</p>

Çin tarihçisi burada hal ü vakti uygun olan Karahanlardan yani ikinci ağalardan bahsediyor. Böyle arazinin her türlü tekliften bağımsız olduğunu ve bizim ilk askerî düzenlemelerimizde görülen tımarlı sipahilere benzediğini, önemine binaen şimdiden hatırlatırız.

<p>85</p>

Bu dağın yeri belli değildir. Mösyö “Thomsen” Altay silsilesinin doğu kısmında olduğu görüşündedir. Hun tarihinden alınarak dünya tarihinde “İrtiş Nehri kaynağına doğru” gösterilmiş ve yine Hun tarihinden “Altay dağlarından bir kısım” denilmiştir. s. 395.

<p>86</p>

Bütün Altay silsilesine “Altın Dağı” adını vermek uygun değildir. Zaten bundan önce de Altay kelimesinin (yüksek orman) manasında (Ala Tayga) terkibinden değiştirilmiş olduğunu bildirmiş idik. Türk ve Moğolların merkez idare veya hanın ikamet mevkii olan yerlere hep bu ismi vermelerinden tarihçiler ve coğrafyacılar aldanmıştır: “Altın Dağ, milâdî sekizinci asırda Tukyu Türklerinin payitahtıdır. Altın Ordu (İnanç hükümdarının ordusu demektir.), Sıra Ordu (Kırmızı giysili hükümdarın ordusu) manasınadır ki on üç ve on dördüncü asırlarda Rusya Moğollarının karargâhıdır. (Altan Han) milâdî on beş, on altı ve on yedinci asırda Çin’deki Moğol hükümdarlarının düşüşünden sonra aldıkları unvandır ki (Altun Han) demektir. Hicretten bir asır önce biz insanların da Eski Türkçede (Emir Dağı) manasına gelen (Eke Dağ) terkibini Extan şeklinde (Harrison Ourus) (Altın Dağ) diye çevirerek hata yapmış olmaları muhtemeldir. Bundan dolayı coğrafyacılar çok zaman Ekdağ diye hayalî bir dağdan bahsetmişlerdir. Yahut Rumların Türkçenin mahallî konuşmalarında (yüksek) anlamına gelen (Âl) yerine (en) veya (eni) kelimesini korudukları da muhtemeldir. Altay’dan büsbütün ayrı bir Altın Dağ daha keşfedilmiştir. O da Tibet ile Lop-nur havzasının güneydoğusunda bulunarak Kaşgar ile Tibet arasında sınır oluşturuyor. Gayet yüksek olan bu dağ silsilesinde yakın zamanlara kadar bilinmeyen altın madenleri keşfedilmiştir.

<p>87</p>

Milâdî sekizinci asır başlarında Türklerin bir orta dönemleri var idi. Kül Tigin abidesinde Moğol tarihinde görülen köpek yılı dokuzuncu ay, algazım yılı üçüncü ay tabirleri ve benzer ifadeler bulunmuştur.

<p>88</p>

Stanislas Julien’in tercüme ettiği tarihten alınmıştır.

<p>89</p>

Osmanlılar Aka’yı ağa telaffuz ederler.

<p>90</p>

Vakıa suresi 35. Ayet’e atıfta bulunulmuştur. Müjdelerin verildiği ayetler sıralanır bunun ardınca da. (ç.n.)