Hüseyin Fellah. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hüseyin Fellah - Ахмет Мидхат страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Hüseyin Fellah - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

tüy yatak olabileceğini düşünmekle hatta bir tüy yatak edinmeyi de bazı bazı arzu ederim. Karyolam dahi adi bir karyoladır. İhtimal ki bir de yaldızlısını arzu ederim. Fakat hiçbir vakitte zihnim bir altın karyolaya, bir sırmalı yatağa kadar varmaz. Bu kıyasla hesap ederim ki toprak üzerinde yatan adam, haydi benden daha zeki veyahut daha açgözlü olsun da tahtayı, kaba hasırı, seccadeyi, kangalı, adi şilteyi filanı atlayarak doğrudan doğruya pamuk şilteyi arzu etsin! Edinemeyince ne yapar? Bir ah eder. Yine toprağı üzerinde yatar. Yine rahat eder. Çünkü uyur.

      Şu nispetleri, mesken hususuna da tatbik edince kepenk altında yatanların hâlâ yan gelip zevklerine bakabileceklerine itiraz edilir mi?

      Öyleyse mademki bizim ana ile kız, ana cami kapısının sövesi üzerine yığıldı. Kendisinin bu gibi rezaletlere alışkın bir kadın olmadığına hükmetmek lazımdır. Çünkü ortaya koyduğumuz ölçüler icabınca kuş tüyü şilte üzerinde yatmaya alışmış olan bir vücudu birdenbire toprak üzerine indiriverirlerse o vücut rahatsız olur. Hatta toprak üzerinde yatanı birdenbire kuş tüyü şilte üzerine çıkarırlarsa yine rahatsız olur ya? Yükseliş ve alçalış, kâr ve zarar tesirce mütenasiptir. Zamanımızda birkaç emsalini gazetelerde hepimiz gördük ki Rumeli hisselerinden otuz bin lira kazananlar arasında bazıları çıldırmış, bazıları da dayanamayıp vefat etmiş olduğu gibi Komisyon hanında, külliyetlice para kaybedenlerin de bazıları çıldırmış, bazıları da telef olmuştur.

      Bizim en ziyade teessüf ettiğimiz şey şudur ki ana ile kız cami kapısına vardıkları zaman cemaatin artık sonu çıkmakta olduğundan ve onlar da hamal Cemal takımından adamlar olduğundan biçare kızcağıza bir para veren bulunamamıştır.

      İşin sonunda kız anasının koluna yapıştı. Ve dizlerinin titremesinden dolayı yürümeye mecali olmayan validesini sürüklemek nevinden bir götürüş ile caminin sağ tarafında bulunan cenaze namazgâhına kadar götürüp namazgâhın sol tarafındaki saçak altına yatırdı. Kendisi de validesinin yanına yatıp elini eline alarak ve sonra birkaç defa muhabbetle öpüp koynuna sokarak yorgunluğun galebesiyle, aç açına garip bir uykuya dalıp gittiler.

      Dördüncü Kısım

      Ana ile kız gözlerini açtıkları zaman, başlarına yaklaşmış olan bir güzel yaz güneşinin ortalığı güzelce ısıtmış buldular. Bu güneş kendileri için pek hoş görünmüştü. Sanki bütün ömürlerince hiç güneş görmemişler gibi bu güneşe gerek anası ve gerek kızı bayağı sevindiler. Acaba âlemde hiçbir şeye malik olmayanlar için güneş dahi mülkten mi sayılır? Öyle olması gerekir. Zira o gece yağmurdan sırılsıklam ıslanmış olan bu biçareler için güneşe mukabil bir ayaz olsaydı hâlleri neye varırdı?

      Zaten biçare valide geceki yorgunluk üzerine âdeta hastalanmış olduğundan yerinden kalkmaya çalıştığı zaman aczini görerek meyus oldu. Kız var kuvvetini toplayarak sıçradı, kalktı. Her ne kadar hendeğin çalıları ve sokakların çamurları, taşları, kumları üzerinde yürümekten ayakları yaralanmış idiyse de durum ve mekân yaranın zahmetine ehemmiyet vermeye müsait olmadığını göz önüne alarak yavaşça anasının yanından ayrıldı.

      Muharrir efendi! Şu kızın genel hâlini hikâye ettiniz ama güzelliğine dair bir şey söylemediniz.

      Gerçi kusur ettik. Erkekler yanında “kız” kelimesini tekellüm etmek hüsn ve cemal hükümlerini yâd etmek demek olduğunu düşünemedik.

      Lakin bu bölümde beni mazur görünüz. Zira karşımızda bulunan kız, öyle güzelliğiyle şairane hisleri gıcıklayacak mahlukattan değildir. Bu kadar elem ve kederlerin hırpalamış olduğu çehreden ne umarsınız? Hele o çehre ki çamurdan, pislikten rengi görünmeyen bir entari ve çıplak ayaklar ile birbirine girmiş ve hepsi bir yırtık fes altına sıkışmış olan saçlar dahi ona hiçbir letafet veremez. Biçare kızcağızın meydanda fidan gibi boyundan başka hiçbir göze görünür yeri yoktu. Ama nasıl fidan? Kasırga rüzgârına maruz kalmış bir fidan!.. Bu hâlde bulunan peyda edecekleri her gün karşılaşılan şeylerdendir.

      Hele validesini hiç sormayınız! İnsan olduğu anlaşılamayacak bir hâlde diyemesek bile mutlaka kadın olduğu yalnız entari giymesinden anlaşılabilip yoksa çehresinden cinsiyetini ayırmak mümkün olamayacak surette idi. Ahh!.. Hem felakete uğramış hem hasta olan biçareden ne ümit edilebilir ki? Kızın, validesi yanından ayrılmış olduğunu haber vermiştik. Oradan ayrıldı da ne yapmaya gitti? Ne yapmaya gidecek? Sabahleyin aklına gelip de icrasına katiyen karar verdiği işi yapmaya gitti. O işin ne olduğunu unuttunuz mu? Unuttunuz ise haber verelim: Dilencilik!

      Bu bir sanattır ki İstanbul’da onu icra edenler içinde altını küpe doldurmuş adamlar bulunduğunu masal olarak hikâye ederler. Lakin bizim Şehlevend (Çünkü dün gece validesinden böyle işittik.)… Bizim Şehlevend biçaresi bu masalı bildiği hâlde dilenciliği küp dolusu altın tedarik etmek gayretiyle yapmıyordu. Şehlevend, her şeyin iyi ve kötüsünü ayırt etmeye, iyiliği övmeye, kötülüğü yermeye iktidarı kifayet edecek mertebede akıl sahibiydi. Hatta kendisi henüz dilenci kız olmadığı zamanlar, eli ayağı sağlam olup da yine dilencilik edenleri ziyadesiyle ayıplayarak, o kabil dilencilere sadaka vermek caiz olmadığını bile iddia ederdi. Binaenaleyh bu kere her çaresi tükenip de kendi hayatından da umut kesilmiş bir biçare validenin imdadına yetişmek için avuç açmaya mecbur olunca bu mecburiyet kendisi için ölüm kadar acı bir mecburiyet görünmüştü.

      İyi ama avuç açmayıp da ne yapacak? Ölüm kadar acı imiş! Hâlbuki Şehlevend ölüme de razı oldu. Ondan ötesi var mı?

      Var! Ölümden öte gâvur köyü yok, derler ama başka bir şey vardır, o da namustur! Şehlevend bunu da bilirdi! İşte bunu da bildiği için kendi nazarında ölüm kadar acı olan bu zillete düşmüştü.

      Henüz cami vakti gelmemiş olduğundan kızcağız çarşı içine çıkıp bir şekerci dükkânının önünde durdu. Ama bir de şeker almak için cesurca duruş vardır. Öyle değil. Boynunu bükerek durdu. Boynunu bükerek o kadar çekingenlikle, o kadar bir hüzünle ki tam avucunu açtığı zaman şekerci kendisine “İnayet ola!” demiş olsa memnun olacağını ve böyle demeyip de tekdir ederse o zaman pek büyük ızdırap duyacağını hesap ederek durdu. Şekerci, ak sakallı, beyaz sarıklı, üstü başı sakız gibi bembeyaz, tertemiz bir adam idi. Kızcağızın dilenci olduğunu anlayarak çıkarıp birkaç tane peynir şekeri verdi. Şehlevend tekdir ile kovulmayıp bilakis iltifatla gönderildiğine o kadar sevindi ki müddet-i ömründe bu kadar sevindiğini hatırlayamadı. Ancak dükkândan ayrıldıktan sonra şekerlerin yüzüne bakıp bakıp da “Karınları tok, sırtları pek olanlar ağızlarını da tatlandırmak için şeker yerler. Nasıl ki ben de o hâlde iken öyle yerdim. Şimdi ben şekeri ne yapayım? Anacığım şekeri ne yapsın? Bizim karnımız aç! Şekercinin verdiği şeker olmayıp da zehir olsaydı belki işimize daha ziyade yarardı.” diye kaldırdı ve şekeri kızgınlık ile çamurun içine atıverdi.

      Biçare kızcağız! Ümidi başka yerden bulmak için bir müddet düşündü. Derken üstü başı temiz bir efendi geçtiğini görünce her ne kadar biraz daha cüreti artmış idiyse de hâlâ utancından mosmor kesilerek ona da elini uzattı.

      Neye nail olsa beğenirsiniz? Üstü başı temiz olan efendi, o yürekler acısı kıza iki para vermek şöyle dursun ve nazikane “İnayet ola!” demek dahi şu tarafa kalsın “Hele bak şu utanmaza! At kadar olmuş da hâlâ dilenmekten hayâ etmiyor. Elinde kınası da var! Aman ya Rab, ne rezalet?”

Скачать книгу