Cinci Hoca. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cinci Hoca - M. Turhan Tan страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Скачать книгу

yaptığı harplerin ve kazandığı zaferlerin tarihini merak etmiş değildi. Viyana’nın hangi padişah zamanında muhasara edildiğini de işitmemişti. Fakat Üçüncü Murat’ın beş yüz halayık topladığını, her gece kırk kadınla işret ve saz meclisi kurduğunu, yüz on beş çocuk doğurttuğunu biliyordu. Avrat pazarını kurarken işte bu bilgiyi esas tutuyor, o dedesinden daha çok kadına sahip olmak ve yine ondan fazla çocuk doğurtmak istiyordu.

      Kösem’le Kara Mustafa Paşa’nın ve bütün devlet ricalinin himmetiyle pazar mevcudu, eski devirlerin hiçbirinde görülmeyen dereceyi bulunca sıra bu pazardan alınacak zevkte de eskileri geçmeye gelmişti.

      Artık saray bir padişah evi olmaktan çıkmış, çalgılı köçekhanelere dönmüştü. Her odada, hemen her dakika sazlar çalınıyor, rakslar yapılıyor, hayvani ihtirasların her çeşidine inkişaf verilerek delice gülünüp eğleniliyordu. Hem kaba hem çirkin bir teşbih olmakla beraber hakikati ifade için söyleyelim ki İbrahim bu avrat pazarı ve bu ihtiras âlemi içinde dolgun mevcutlu bir kısrak yılkısına, başıboş bırakılmış kuduz bir aygıra benziyordu. Konuşmasının kişnemeden, yürümesinin şahlanmadan farkı yoktu ve gece gündüz kişneyerek, şahlanarak avrat pazarına hercümerç veriyordu.

      Halk, sarayda nasıl bir âlem kurulduğundan henüz bihaberdi. Sultan Murat’ın ölümü herkese geniş bir nefes aldırmış ve yüreklere büyük bir yükten kurtulma sevinci vermiş olduğundan sarayda başlayan rezaletle kimsenin alakalandığı yoktu.

      Tarih bakımından halkın bu vaziyeti gayet tabiiydi. Çünkü Sultan Murat, kan emen ve ocak söndüren bir kâbustu, bütün memleketi korku içinde yaşatıyordu. Bir müverrihin dediği gibi onun her sözünden, her hareketinden korkulur; her sözü her hareketi -Tanrı buyruğu, Tanrı işi gibi- muhterem tutulurdu. Kaşları oynar oynamaz binlerce kol yukarı kalkar ve bu kaşların çatılmasıyla beraber binlerce baş toprağa düşerdi. Fırtına yaklaştığı zaman kuşlar nasıl susup yapraklar arasına gizlenirlerse Sultan Murat’ın sesi duyulduğu, yüzü görüldüğü vakit de herkes susar ve kaçardı. O, şiddeti vahşet derecesine çıkarmıştı. Kana susamış bir deli hırçınlığıyla adam öldürürdü. Bir çayırda eğlenen kadınları açık saçık görünüyorlar suçuyla toptan suya attırıp boğdurmuştu. İçinde sekiz on kadın bulunan bir kayığı -saray kıyılarına fazla yaklaştıkları bahanesiyle- batırtıvermişti. Çarşıda satıcılarla pazarlık eden kadınların karnına kadar elini sokan bu cellat hükümdarın on yıl içinde yüz bin kişi öldürttüğü rivayet olunuyordu.

      İşte halk, böyle bir padişahtan kurtulmuş olmak sevinci içinde yeni hünkârın huyuyla, âdetiyle alakalanmayı hatıra getirmiyordu. Çünkü Sultan Murat gibi bir dâhiyeye13 Allah’ın bile bir eş yaratamayacağına inanıyorlardı. Ne kadar fena ve ne kadar zalim olursa olsun İbrahim’in, kardeşine nispetle çok iyi, çok merhametli, çok adil olacağını umuyorlardı.

      Bu umumi sevinç, bu umumi kanaat yüzündendir ki şairler, sayfa sayfa cülusiyeler düzüyorlar, yeni devri -halkın duygularına tercüman olarak- alkışlıyorlardı. Fehim adlı bir üstat, yer yer ve taraf taraf yapılan şehriayinleri tasvir ederken Murat’ın ölümüne, İbrahim’in cülusuna ebcet hesabıyla şu tarihi düşürmüştü:

      Azmi ukba eyleyüp Sultan Murad-ı Cem

      Himem eyledi Sultan İbrahim-i dara-fer cülus.

      Sarp dağları binbir zahmet çekerek aştıktan sonra düzlüğe inmek neyse Sultan Murat’ın pençesinden kurtulup kardeşi İbrahim’in idaresi altına girmek de oydu. Daha doğrusu elli milyon insanın zehabı bu şekildeydi ve ondan dolayı da İstanbul’dan, Budin’den Yemen’e kadar uzayan imparatorluğun her şehrinde, her kasabasında, her köyünde tellallar “Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir!” diye bağırırken herkes “Çok şükür ey ulu Tanrı, çok şükür!” diyerek sevincinden secdeye kapanıyordu.

      Sultan İbrahim işte bu hissî dekor içinde avrat pazarını kurmuş, sekiz yüz kadın arasında tarihin duymadığı işler görmeye koyulmuştu. Takındığı kılık bile orijinaldi, kendi icadıydı. Kızlar, bilhassa onun, samur kürkü ters giymekten ibaret olan bu kılığına bayılırlar ve etrafına küme küme yığılıp “Ne güzel, ne güzel!” diye el çırparlardı.

      Fakat bu tersine çevrilen kürkler, Türk ilinde ve Osmanlı hazinesinde bulunan elmasların en güzelleriyle baştan aşağı donandığından müthiş bir kıymet taşıyordu. Her birinde yirmişer kopça vardı ve bunların tanesi, bugünkü rayice göre, bin beş yüz liraya mal oluyordu.

      Avrat pazarı kurulup da alışveriş başladıktan sonra deli hünkâr, çiçek sevgisine de germi vermişti.14 Eski padişahların sarıkları arasına sokuşturdukları mücevher sorguçları atarak saçlarına, kulaklarının ardına çiçek takıyordu. Kızlar, çelenk veya demet hâlinde olmayıp dağınık şekilde taktığı çiçeklerle başını garip bir biçime sokan hünkârın bu maskaralığını yüksek bir zarafet gibi alkışlar ve bazen daldan koparıyorlarmış gibi işveli bir ihtimamla gülleri, karanfilleri, laleleri herifin saçından çıkarıp sıra ile kokladıktan sonra yine yerine asarlardı.

      İbrahim’in bu hayvani hayat içinde kafasından atamadığı iki büyük kaygı vardı: Kâşiflik, babalık… Başını çiçeklerle ve her gün yeni bir biçimde süslemekle; sabah oyunlarında başka, öğle çılgınlıklarında başka, gece kepazeliklerinde başka kılığa girmekle; sekiz yüz halayığı her gün yeni bir tasnife tabi tutmakla kâşiflik kaygısını geniş mikyasta tatmin edebildiği hâlde yine memnun değildi. Hiçbir hükümdarın yapamadığı işleri başarmak, kimsenin hatırına gelmeyen şeyler yapmak istiyordu.

      Bu düşünce onu gerdek değiştirmek hevesine sürükledi, köşkler ve odalar yaptırmaya girişti. İlkin Bağdat Köşkü’nün yanına bir şahnişin, sonra Revan Odası önüne büyük bir hücre kurdurdu. Bir yandan denize, bir yandan havuza bakarak eğlenmeyi bu suretle temin ettikten sonra sekiz yüz kadını bütün saray odalarına üçer beşer serpmek ve en güzellerini o şahnişinle o hücreye koymak usulünü çıkardı. Her gün kadınların serpiştirilmiş bulunduğu odaların adlarını yahut yerlerini küçük pusulalara yazdırarak takkesi içine kordu, kura usulüyle hangi odadan ziyarete başlayacağını tespit ettikten sonra akşama kadar kapı kapı dolaşır ve nihayet Revan Odası önündeki hücrede baygınlaşıp kalırdı.

      Bu odaya gelişi, avrat pazarındaki çılgın hayatın en kıvrak bir sahnesini teşkil ederdi. Çünkü orada bir havuz vardı ve sekiz yüz kadın arasından seçilen on halayık efendilerini bu havuz içinde istikbal ederlerdi.15 İbrahim, ayakta duracak kadar kendine malik ise renk renk saçlarını bir atkı gibi açarak, bir ağızdan şarkı okuyarak birer su perisi yahut sudan tulu eden on Venüs gibi kendini karşılayan halayıklarına iltifat etmekte bir saniye bile tereddüt etmez, başındaki çiçeklerle ve üstündeki elmas çaprastlı, elmas düğmeli kürkle havuza atılıverirdi.

      O, kura ile sıraya konmuş muhtelif gerdeklerden yorgun ayrılmış ise su perilerine bu iltifatı yapamazdı, melul melul kendilerini süzdükten sonra “Odaya gelin, odaya gelin.” diye mırıldanarak köşke çekilip ıslak Venüslerin sudan karaya uçuşlarını seyre dalardı.

      O şahnişinin, o köşkün yapılmasında mimar ve işçi olarak çalışanlar, yapı masrafını ödeyenler, nasıl bir maksada hizmet ettiklerini, şüphe yok

Скачать книгу


<p>13</p>

Dâhiye: Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. (e.n.)

<p>14</p>

Germi vermek: Ateşlendirmek, hızlandırmak. (e.n.)

<p>15</p>

İstikbal etmek: Karşılamak. (e.n.)