Cinci Hoca. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cinci Hoca - M. Turhan Tan страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Скачать книгу

mücevher kabzalı kılıçtan ibaretti. Başında yeşil şalla örtülü tolga ve çifte sorguç vardı. Eski hünkâr kıyafetlerinden bu kılığın farkı sorguçlar arasında üç tane karanfil bulunmasından ibaretti.

      Garp mitolojisinde harp ilahı olarak tasavvur olunan Mars’ın, Venüs’e aşk ilan ederken Volkan tarafından basıldığı ve sevgilisiyle beraber telden bir ağ içine konulduğu rivayet olunur. Mars o ağ içinde şüphe yok ki İbrahim’in bu çiçekli cengâver kılığına bürünmesi kadar gülünç değildi. Zira aşk yolculuğuna çıkarken kalkanını, okuyla yayını beraber götürmemişti, tabii bir vaziyette bulunuyordu.

      Gülünç deli, tolgayla karanfilin yan yana gelmesinden doğan maskaralığın farkında olamayarak hümayun iradesi üzerinde başlayan ahengi dinliyordu. Kemani Aşur’la Neyzen Torluk Dede’den, Tamburcu Fare Kalfa’dan, Şeştarcı Hürrem Çavuş’tan, Kanuncu Cağalaoğlu’ndan, Ravzacı Doygun Ömer’den terekküp eden ve Hanende Nane Çelebi ile Hafız Bahor’un, Mülazimoğlu’nun iştirakiyle kadrosu tamamlanan bir numaralı saz takımı gerçekten sanatkârane fasıllar yapıyordu, kıvrak nağmeler terennüm ediyordu. Fakat hünkâr, incelik ve zarafet değil, curcuna meftunuydu. Bu sebeple ahengin en heyecanlı deminde başından tolgasını çıkardı, sorguçlar arasındaki karanfilleri eline alıp baygın baygın kokladıktan sonra ferman buyurdu:

      “Köçekler gelsin!”

      Onlar zaten hazır ve iradeye muntazır olduklarından altın telli kumaştan yapılmış dörtkubbeli adını taşıyan etekliklerini kabartarak, büklüm kâküllerini dağıtarak sahneye koşmuşlar, göz alıcı pırıltılar içinde fırıl fırıl dönmeye başlamışlardı. Bunlar Süğlünşah, Mahmutşah, Çerkezşah, Nazlı Yusuf adlı dört meşhur köçekti ve Deli İbrahim’in -avrat pazarı dışında- iyiden iyiye tanıyıp da sevdiği insanların ilk safında bulunuyorlardı.23

      Musiki ilmine uygun, sanat incelikleriyle dolu bir ahenkten çarçabuk bıkan deli hünkâr, akide koluna mensup bu dört köçeğin dönüp dolaşmalarını seyre bir türlü doyamıyordu ve onların raksına biraz daha hız, biraz daha heyecan vermek için sazendeleri boyuna zorluyordu. Şu ibram24 biraz sonra sazı yaygara hâline getirdi, kulak zarlarının tahammül edemeyeceği bir gürültü vücuda geldi ve manasız velvele taşa taşa, dalgalana dalgalana saray duvarlarını aşarak dışarı döküldü, Ayasofya minarelerinde ezan okuyan müezzinlerin sesini bastırdı, namaza gelenlerin huzurunu altüst etti.25

      Fakat İbrahim’in neşesine had yoktu, payan yoktu. Üstündeki ağır zırhlar müsait olsa yerinden fırlayacaktı, Süğlünleri, Nazlı Yusufları koluna takıp oynayacaktı. Fakat kılığının sıçramaya müsait olmaması ve aynı zamanda bir numaralı gelini görmek için sabırsızlık hissetmesi yüzünden bu işi yapamadı, köçek faslına -düğün programı mucibince- fasıla verdi, hareme girdi.

      Bir numaralı halayık ve köle takımları içeride kendini bekliyorlardı. O, yeni baştan giyindiği tolgasıyla, zırhıyla, kılıcıyla, yayıyla eşik önünde görünür görünmez alkışlar koptu, arkasından düğün ilahileri okunmaya başlandı ve zatı şahane, bu teranelerle bir numaralı gerdeğe götürüldü.

      Fakat o bir haftada hazırlanan odada bir saatten fazla durmadı, bir numaralı gelini el öpmek üzere Kösem Sultan’ın yanına yollayarak tekrar silahtar dairesine çıktı, mahut sayvana kuruldu, iki numaralı saz ve köçek takımlarını vazifeye davet etti. Kılığını değiştirmiş, iki numaralı kostümünü sırtına geçirmişti. Samur kaplı bir üstlükle elmas düğmeli iç entarisinden, uçkuru sırmalı yeşil bir çakşırdan ibaret olan bu yeni kıyafette biraz evvelki kılıktan kalmış nişaneler, mahut karanfillerdi.

      İbrahim bu inanılmaz sahneleri muayyen fasılalarla, tam yirmi dört saat yaşattı, saat başına kılık ve gelin değiştirdi, her değişiklik vukusunda alaylar kurdurdu, ilahiler okuttu, sazlar çaldırttı, köçekler oynattı, şerbetler dağıttırdı. Bütün saray halkı onun şu yorulmaz kepazeliğine, bu sonu gelmez edepsizliğine parmak ısırıyorlardı, için için “neuzübillah” diyorlardı.

      Kösem Sultan da bu şaşkınlar arasındaydı. Zatı şahaneden gördükleri yüksek iltifatın şükranını mahcup bir saadet içinde ve el öpmek suretiyle kendisine ödemeye gelen gelinlerin sayısı saat başına arttıkça onun da hayreti artıyordu, o güne kadar “yedi evliya kuvveti” taşıdıklarına inandığı padişahlarda yetmiş yedi aygır kuvveti de bulunduğuna sersem sersem iman getiriyordu.26

      Fakat ahenk, bu çılgın ahenk, deli hünkârın meramına göre şen bir neticeye varmadı, varamadı. Sûrun sonu şûr27 oldu. Kahkahanın yerini feryat aldı ve gelinlerin sayısı yirmi dördü bulduğu sırada Sultan İbrahim saravi ihtilaçlar içinde kıvrana kıvrana bayıldı.

      Saray bu sefer vaveyladan yıkılıyordu. Çalgıcılar, sanki bu felaketin sebebi kendileriymiş gibi süpürge sapıyla dövülerek dışarı atılıyordu. Köçekler, sille tokat sokaklara sürülüyordu. Çiçekleri henüz burunlarında, duvakları henüz yüzlerinde duran yirmi dört taze gelin uğursuzlukla itham edilerek koğuşlara sokuluyordu ve padişahla temasa mezun ağaların köşeden köşeye koşarak baygın deliyi ayıltacak çareler araştırdığı görülüyordu.

      Valide sultan, biraz önce şaşkınlıktan ve tahlili güç düşüncelerden sıyrılarak biricik oğlunun baş ucuna çömelmişti, bir yandan sadık halayıklarının yardımıyla gül suyu döküp masajlar yapıyordu. Bir yandan da Hekimbaşı Hamalzade Mehmet’i ağız bombardımanına tutuyordu:

      “Sen ne çeşit hekimsin herif? Efendin, velinimetin, padişahın ayılıp yatıyor da bir çare bulamıyorsun, sağını solunu bilmez ırgatlar gibi bakınıp duruyorsun! Ya aslanımı ayıltırsın yahut geberip gitmeye hazırlanırsın!”

      Hekimbaşı, yorgun aygırın nasıl olsa aklını başına devşireceğini bildiğinden telaş etmiyordu. Hatta valide sultana, kadınlara, harem ağalarına ve bizzat hünkâra ders teşkil etmesi için bu vaziyetin biraz daha sürmesini münasip görerek elini ağır tutuyordu. Fakat yirmi dört numaralı güvey kılığından tecrit olunan hastanın kan da zayi ettiği anlaşılınca soğukkanlı hekimin ağır davranmasına imkân kalmadı, o devrin ilmî usullerine göre müessir tedbirler alındı, delinin baygınlığı giderildi.

      Bu muvaffakiyet, başta valide sultan olmak üzere, herkesi neşelendirecekti. Lakin hastanın çok güçlükle açılan gözlerindeki derin manasızlık, yorgun çehresini saran koyu sarılık, bütün bedeninde beliren hareketsizlik, yeni baştan velveleli bir telaş uyandırdı, her ağızdan bir yaygara yükseldi, hasta odası şamata içinde kaldı ve söz bir kere daha ayağa düştü.

      Valide sultanın, kızlar ağasının, kâhya kadının, hazinedarın ve herkesin telaş göstermekte hakları vardı. Çünkü hünkârın boş bakışları hayatının sönmekte olduğunu gösteriyordu. Bakıp da görmeyen o gözlerde, inlemeye bile kadir olmayan o dudaklarda, muzdarip bir kımıldanışa dahi mecal bulamayan o hissiz bedende hızlı bir sönüşün bütün facaati teressüm ediyordu. İşte bu vaziyette kadınlardan biri hatırlattı:

      “Bir hoca, nefesi keskin bir hoca! Şevketlu efendimize nazar değdi.”

      İkinci bir kadın, aynı lüzumu

Скачать книгу


<p>23</p>

Evliya Çelebi bu köçekleri şöyle tarif eder: “İbrahim Han’ın malumuydu. Süğlünşah, Mahmutşah, Nazlı Yusuf gibi meypare hayvanlar diba, zerbaf ve zerdûz, çarkubab etekliklerle meydan-ı muhabbette tavusu bağı İrem gibi reftar ettiklerinde âdem dembeste olup ol dem meftun olur.” (y.n.)

<p>24</p>

İbram: Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. (e.n.)

<p>25</p>

“Davul, zuma ve çengi şeştar sedası Ayasofya minaresinde müezzinlere ezan yanıltırdı.” (y.n.)

<p>26</p>

Hammer, Osmanlı müverrihlerinden Kâtip Çelebi’nin, Kara Çelebizade’nin, Nasuh Paşa oğlunun, Naima’nın Sultan İbrahim hakkındaki ifadelerini çok güzel bir şekilde icmal ederek şu satırları yazıyor: “Boyuna tazelenen arzuları her an yeni bir zevk aramakta alan padişah, muhayyilesinin icat ettiği ve saltanat kudretinin istihsaline müsait olduğu her türlü sefahate gark olup gitmekteydi. Kadınların tesiri kuvvet buldukça kendi kuvveti zâf buldu. Yirmi dört yaşına gelmiş olan hararetli ve bünyesi kuvvetli delikanlı birçok kadına malik olunca itidal bilmeyen arzularına sonsuz bir inkişaf verdi. O hâlde ki fıraşını yirmi dört saat içinde -birbiri ardınca- yirmi dört cariyenin ziyaret ettiği vakiydi.” (Ellinci Kitap)

Naima da şöyle diyor: “Zümrei nisvan furce bulup uzun mahpes ıstırabı çeken ve henüz o ıstıraptan kurtulan sadedil şehriyarı şivekârlıkla şikâfı amikul ka’rı heva vü lezzete düşürüp zendostluk fenninin garib meselelerini talim ettiler.” (C. 4, s. 236)

<p>27</p>

Düğün, gürültü, kavga, şamata. (y.n.)