Cinci Hoca. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cinci Hoca - M. Turhan Tan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Скачать книгу

duanın da ruha tesiri inkâr olunmaz. İlimle amel eder salih bir kişi bulup nefes ettirmekte fayda var.”

      Kendisinin orada bulunanlar tarafından cehille itham olunduğunu anlıyordu ve küfürle de itham olunmamak için kadınlara uysal görünüyordu. Valide sultan işin hocaya, şeyhe kaldığını bu tavsiye yüzünden tamamıyla anlayınca gamlı gamlı içini çekti:

      “Öyleyse…” dedi. “Hemen adamlar çıkarılsın, nefesi keskin birkaç hoca bulunup getirilsin!”

      Bu emir, kızlar ağasını dışarı koşturdu; onun gösterdiği telaş kapıcıları, zülüflü ve zülüfsüz baltacıları, bostancılardan çoğunu harekete geçirdi ve kısa bir zaman içinde üç beş düzine saraylı İstanbul sokaklarına yayıldı.

      Bunların hiçbirine muayyen bir isim verilmemişti, sadece keskin nefesli hoca bulunup getirilmesi söylenmişti. Ondan ötürü devrin “evliyaları” sayılan Budala Hasan Dede gibi, Üçperçemliler gibi, Eskici Dede gibi avarelerin kapısına dört beş saraylı üşüşüyordu, Çınar şeyhi gibi kapısını gökten inecek melaikeye bile nazla açan müşterisi bol üfürükçülerin eşiğine ise yirmi uşak birden başvuruyordu.

      Gün henüz doğmamıştı, şeyhler ve hocalar yataklarından kaldırılarak -nezaketli bir zorlayışla- saraya götürülüyordu. Fakat hastanın durgunluğuna, ölgünlüğüne baktıkça hafakanlara uğrayan Kösem’in sabırsızlığı boyuna çoğaldığından gidenlerin dönmesi beklenilmeyerek üfürükçü aramaya yeni baştan adamlar koşturuluyordu. O meyanda ayağına çevik saray hamalları da yola çıkarıldı. Şuraya buraya sevk olundu.

      Hacı Mehmet adlı bir Arap da bunların arasında bulunuyordu. Büyük odunluğun ışıksız bir köşesindeki minderceğizine uzun ve kalın boynunu yayarak, gün doğmadan başlayacak meşakkatli vazifesinin yorgunluğunu tatlı rüyalarla peşince çıkarmaya çalışan Hacı Mehmet, göğsü tekmelenerek, bıyıkları çekilerek uykudan uyandırılınca neye uğradığını şaşırmış, sarf u nahve baştan başa aykırı lehçesiyle bir şeyler mırıldanmış ve kendine taalluk etmeyen bir işe koşturulacağını anlar anlamaz da padişaha dua eder gibi bir vaziyet takınarak Arapça küfürler savurmuştu. Fakat başına dikilen harem ağasının kamçısı, gidilecek yolun haritasını çıplak sırtına çizip durduğundan dua şeklindeki küfürleri bırakıp saraydan ayrılmak zorunda kaldı. Şu kadar ki odunluktan çıkarken uzun hizmet yıllarının mahsulü olan bir kese altını da koynuna yerleştirmeyi unutmadı. Hacı Mehmet için mabut, altındı ve sarayda bu altınlar pek bol olduğundan kendisi oraya taabbüt28 ediyordu. Sıkı bir murakabe altında namaza giderken, yoldaşlarıyla manga hâlinde sofraya otururken, ışıksız köşesinde uyurken bu keseciği eliyle sık sık okşamaktan geri kalmazdı, hatta terleye terleye odun taşırken bile gözü koynundan ve kesesinin ayrı bir kalp gibi göğsünde aldığı canlı vaziyetten ayrılmazdı.

      Şimdi de alaca karanlıkta sokağa çıkarken yürüme kuvvetini, hatta düşünme imkânlarını kesesinden alıyordu. Lakin biraz sersemdi, uyku mahmurluğu gözünden akıyordu. Nereye gideceğini, kimin kapısını çalıp kimin yakasına yapışacağını bilmediği için bu sersemlik ziyadeleşiyordu.

      Hamal Hacı Mehmet işte bu vaziyette Divanyolu’nu aştı, Çemberlitaş’a ulaştı ve o abidenin önünde biraz duraladı. Doğru mu gidecekti, sağa mı sapacaktı, yoksa sola dönüp yine saraya doğru mu inecekti?.. Hâlâ uyku iştiyakiyle derinden derine sızlayan gözlerini ovuşturarak kendine -sonu dayağa varmayacak- bir istikamet çizmeye çalışıyordu.

      Daha uzaklara gitmek hoşuna gitmiyordu, saraya dönmekten de korkuyordu. Sokaklar ıssızdı. Çemberlitaş, karşı taraftaki elçi hanını tarassut eden bir nöbetçi gibi bu esmer ıssızlık arasında bambaşka bir heybet teressüm ediyordu. Hacı Mehmet, nöbetçinin dile gelip kendisini gösterdiği tereddütten dolayı tekdire kalkışacağını kuruntuladığından sağdaki sokağa saptı, Mahmutpaşa Camisi’ne doğru birkaç adım attı. Çemberlitaş’tan uzaklaşıyor, fakat içindeki tereddütlerden uzaklaşamıyordu. Fikri de ruhu da kargaşalık içindeydi.

      Bu durumda hatırına keseceğizi geldi, altınlarını okşaya okşaya zihnine cila vermek istedi ve sevimli çıkınını koynundan çıkarıp sevgilisinin başını avuçları içine alan bir âşık heyecanıyla seyre daldı. Hünkârın hastalığını, kendisinin keskin nefesli bir hoca aramaya memur edildiğini, vaktin darlığını, Çemberlitaş’ı ve her şeyi unutmuştu, elleri garip bir hazzın zoruyla titreye titreye keseyi okşuyor ve dudakları haris bir buse olup altınlara yapışmak üzere çirkin çirkin buruşmaya başlıyordu.

      İşte bu sırada insan mı, hayvan mı, gülle mi, taş mı olduğu anlaşılmayan iri bir gölge peyda oldu, yaman bir kasırga hızıyla gelip Hacı Mehmet’e çarptı ve herifi oradaki açık lağım çukuruna yuvarladı. Çarpışma sırasında altın dolu kese bir yana fırlamış ve yürüyen gölge bir lahzada eğilerek keseyi aldıktan sonra aynı hızla ileriye doğru süzülüp gitmişti.

      Cinci Hoca

      Safranbolu’da herkesin iyi bir adam diye tanıdığı Karabaş oğlu Mehmet Çelebi, yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca çocuklarının en küçüğü olan Hüseyin’i çağırttı, döşeğinin ayak ucuna oturttu.

      “Oğul…” dedi. “Ben göçüyorum. Size su yüzü görmez iki üç tarlayla şu viran evden başka bir şey bırakamıyorum. Emmim Emrullah kadıdır ama kör muma benzer, dibini şöyle dursun yanını, yönünü aydınlatmaz. Babamızın kardeşi diye evine gitseniz kapıyı açmaz, yüzünüze bakmaz. Onun için kardeşlerinle el ele verip kendi yağınızla kavrulmaya çalışmanız gerek. Gelgelelim sende sapan kullanacak, balta sallayacak kol yok. Bir öküze saman veremezsin, bir sıpaya şu içiremezsin, kardeşlerinle de geçinemezsin. Sen daha yeri, göğü ayırt edemezken bu başarısızlığın gözüme çarptığından günlerce düşündüm, seni okuryazar bir adam yapmak istedim. Tarlayı çapalayamayan eline kalem de yakışmadı, yirmi beş yaşına geldiğin hâlde dersin emsileyi geçmedi. Ben gözümü yumunca aç kalacaksın, sürüm sürüm sürüneceksin. Bari İstanbul’a git, bir medreseye yazıl, bedava fodla29 yiyip geçin, kardeşlerine yük olma.”

      Hüseyin’in sıhhat fışkıran kırmızı yüzünde derin bir hayret dolaştı; iri, siyah gözleri biraz daha irileşerek açıldı ve dudakları kekeledi:

      “Ben mi İstanbul’a gideyim baba? Bu yaşa geldim burnumuzun dibindeki Daday’a gitmedim, Aktaş’a adım atmadım. Hangi ödle dağlar aşıp, denizler aşıp İstanbul’a varırım ben?.. Haydi sözünü tutmak için gözümü kapayayım, tevekkeltü alallah deyip yola düşeyim. İstanbul’da niderim, nice barınırım?.. Medreseye gir diyorsun. Öğrendiğim bir nasara! Onunla İstanbul gibi bir yerde adama fodla yedirirler mi?”

      Hasta adam derin derin içini çekti:

      “Yer değişince kısmet de değişir. Sen Allah’a tevekkül et, sefere çık. Bahtın belki yâr olur; elin, koynun para görür. Emsileden binaya30 çıkamamak ayıp olsa da gam değil, senin kadar bile okumayanların kazasker olduklarını çok gördük. Talihin uyanırsa sen de bir gün şeyhülislam olursun. Fakat takdire rıza gösterirken tedbiri elden bırakmamalı. Ben sana üç dört yazılı dua bırakacağım. Onlar köşedeki dolabın içindedir, kara kaplı kitabın arasındadır. Ben ölünce

Скачать книгу


<p>28</p>

Taabbüt: İbadet etmek. Kulluk etmek. (e.n.)

<p>29</p>

Fodla: Genellikle imarethanelerde yoksullara dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)

<p>30</p>

Emsile Arapça fiillerin nasıl tasrif olunduğuna numune verilmek üzere, fakat tek bir fiilin tasrif cetveli olarak yazılmış bir risaledir. Bu risaleden sonra “bina”ya geçilir ve Arapça gramerde ileri gidilmiş olur. (y.n.)