Cinci Hoca. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cinci Hoca - M. Turhan Tan страница 8

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Скачать книгу

dinlediği sırada dalgalarla alık alık hasbihâle dalan padişahın bu durumuna sinirlenip dururken ortada bir cüce başının peyda olmasından büsbütün celallenmişti. Veziriyle devlet işleri konuşan bir hükümdarın koynunda maskaralar saklaması bu sert huylu adamın havsalasına sığar şeylerden değildi. Sözü yarıda bırakıp çıkmak mı, padişaha vakar ve haysiyet dersi vermek mi lazım geleceğini kestiremeyerek durduğu yerde elemli bir mülahaza geçirirken cücenin dilini çıkardığını, kendisiyle eğlendiğini gördü, tepeden tırnağa kadar gazap kesildi, top ağzından fırlamış iki yüz kilo ağırlığında bir gülle hızıyla atıldı, kalın ve uzun kolunu padişahın göğsüne soktu, korkudan yine samur yuvasına kaçan cüceyi yakaladı, köşkün açık penceresinden denize savurup attı. Yüz kiloluk taş yuvarlakları bir şeftali çekirdeği hafifliğiyle uzak mesafelere atmaya -sürekli idmanlarla- alışmış olan dev cüsseli adam, talihsiz cüceyi köşkten belki yüz elli metre ileriye ulaştırmıştı, dalgaların koynuna gömüp bırakmıştı.

      Deli İbrahim, ilk lahzada ne olup bittiğini anlamamış gibiydi. Kara Mustafa’nın üzerine doğru atılışı, kuvvetli kolunu koynuna sokup çekişi yüreğine müthiş bir korku verdiğinden oturduğu yerde sallanıp duruyordu. Fakat cücenin denize uçuşundan, sadrazamın da hiçbir şey yapmamış gibi sükûn içinde geri çekilişinden sonra padişahlığını hatırladı, hiddetlenmek istedi. “Sen…” dedi. “Ne hakla benim cücemi denize atarsın? Ben padişah değil miyim, bir vezirin ne haddidir ki koynuma el uzatsın, cücemi çekip alsın?”

      Kara Mustafa Paşa, telaş göstermeden onun sözünü kesti:

      “Müsaade buyurun anlatayım. Ben senin vekilinim, başvezirinim. Bu haysiyetle kimse beni tahkir edemez, benimle eğlenemez. Koynunda sakladığın pis mahluk bu yapılmaz işi yaptı, dilini çıkarıp benimle eğlendi. Ben de şerefimi korumak için cezasını verdim. Şimdi sen, cücene muhabbetinden dolayı beni cezalandırabilirsin. Boynum kıldan incedir. Kestirecek misin, emret! Boğduracak mısın, emret!”

      Saygı göstererek konuşuyordu, kızgın görünmeden söylüyordu. Lakin “öldür” derken, “ölmem” dediğini sezdirmekten geri kalmıyordu, küçülmeye çalışırken bir kat daha büyüyor ve yükseliyor gibiydi. Hünkâr, her karşılaşmada heybetli endamına kamaşan bir gözle bakabildiği, sert sesini titreye titreye dinlediği kuvvetli ve kudretli vezirin susması üzerine bir kahkaha, sürekli bir kahkaha bıraktı.

      “Aman lala…” dedi. “Ne gidişti o, ne gidişti. Sen kızgındın da farkında olmadın. Ben teresin denize düşünceye kadar altmış takla attığını saydım.”

      Yalan söylüyordu; cücenin taklalarını saymak şöyle dursun, koynundan nasıl alınıp denize fırlatıldığını bile korkudan layığıyla anlamış değildi.

      Bununla beraber vezirin şu cüretini günlerce unutmadı, sevgili cücesinin öcünü almak kaygısını yine günlerce zihninden çıkarmadı. Artık Kara Mustafa Paşa onun için bir kâbus kesilmişti. Gerdekleri dolaşırken, köçekleri oynatırken, havuzlarda güreş yapar ve yaptırırken hep onu düşünüyor, onu görüyor ve onun kalın kolunu koynuna sokuşunu hatırlayarak iliğine kadar titriyordu.

      Bu vehmî hâletten, kendini her yerde kovalayan bu garip hayaletten kurtulmak için kadınlarla düşüp kalmayı daha sıklaştırmıştı, Kubbealtı’na çıkmaz olmuştu. Devlet işlerinde zaruri olan emirleri yazı ile veriyordu. Sadrazamın yüzünü görmekten mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalışıyordu.

      Birkaç hafta böyle geçti, cücenin matemi biraz küllendi, vezir korkusu şuuraltına geçti ve deli padişah, yine delice keşifler düşünmeye daldı. Şimdi kafasını kadıncıl bir erkeğe tabiatın çizdiği zevk haddini son kerteye kadar ölçmek meselesi işgal ediyordu.

      Ona göre bu, yaman bir mevzuydu, çünkü hekimbaşından saray kapıcılarına, şeyhülislamdan kasap çıraklarına kadar âlim ve cahil hiçbir kimsenin bu babda kati bir söz söyleyemeyeceğini tahmin ediyordu. Onun mecnun düşüncesine göre her yolun bir sonu, her evin muayyen bir yüksekliği, her merdivenin birer birer aşılan basamakları, her cismin eni boyu olduğu gibi maddi zevklerin de azami dereceleri bulunmak lazımdı.

      Deli adam bu haddi keşif için bir çare ararken -maksadını sezdirmemeye çalışarak- sık sık hekimbaşıyı sorguya çekerdi.

      “Hammaloğlu..” derdi. “Bir adam en çok ne kadar ekmek yiyebilir?”

      O, safiyetle cevap verirdi:

      “Bilinmez ki sultanım. Mide meselesi. Ben kulun bir dilimi güç hazmederim, bir başkası sekiz somunu bir ağızda kıvırır.”

      “Demek adamına göre.”

      “Adamına ve iştihaya göre!..”

      Şeyhülislam Şair Yahya Efendi’ye de aynı bahsi başka şekilde açar ve ikide bir sorardı:

      “Neden dört kadını nikâhla almaya izin veriyorsun da on dört kadın alınmasını yasak ediyorsun?”

      “Tahammül ve idare meseleleri düşünülerek böyle yapılmıştır sultanım. Fakat teserri (odalık alma) kapısı açıktır. Kesesine, sıhhatine güvenen erkekler diledikleri kadar halayık alabilirler.”

      “Eskilerden en çok kadın alan kimdi acep?”

      “Hazreti Süleyman!”

      “Dedem mi?”

      “Hayır sultanım.”

      “Ya kim bu Süleyman?”

      “Hazreti Davut’un oğlu. Büyük peygamberlerden biri.”

      “Kaç karısı vardı onun?”

      “Üç yüz nikâhlısı, yedi yüz odalığı!”

      “Vay canına! Benden çok kadın toplamış ha. Yarından tezi yok, onu geride bırakacağım, benimkilerin sayısını bin iki yüze çıkaracağım.”

      “…”

      “Ne sustun molla! Padişah değil miyim ben, her istediğimi yaparım!”

      “Yaparsınız padişahım. Allah safayı hatır versin!..”

      Bu sorgularla maksadına eremeyince kendi dalaletli dehasına başvuruyor, aradığı haddi tespit için bir sınama şekli bulmaya savaşıyordu. Nihayet kâşiflikte yeni bir muvaffakiyet gösterdi ve anasına, kızlar ağası vasıtasıyla şöyle bir tebliğde bulundu:

      “Önümüzdeki perşembe günü sarayda yirmi dört gerdek kurulsun. Ben o gün yirmi dört kere evleneceğim.”

      Dediğini de yaptı, yirmi dört gelin odası süsletti, yirmi dört gelin seçti, kendine yirmi dört güvey kostümü hazırlattı, yirmi dört saz ve yirmi dört çengi takımı getirtti. Gelinliğe seçilen kızlardan artakalmış halayık sürüsünü yirmi dört müsavi kısma ayırıp her birine aynı bir kıyafet intihap etti, harem ağalarını da yirmi dört küme hâline koydu ve muayyen gün gelince düğün başladı.

      Saz ve çengi takımları haremin dışında, silahtar dairesi önünde toplanmışlardı, kendilerine verilen numaralara göre sıra ile çalıp

Скачать книгу