Dirilen İskelet. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

insanlar, boruların önlerine oturup da kulaklarına araba beygirlerinin göz kapakları gibi tekerlekler koyarak gökleri dinlesinler. Tanrı’nın sırlarına ersinler. Bu küstahlar karınlarının gurultularını duyarlar da gökten ses geliyor sanırlar.”

      Sadi Bey daha fazla susmaya dayanamayarak:

      “Meyzin Efendi, bunlara telsiz telgraf, telsiz telefon diyorlar. Her millet bu yeni fenler için çalışıyor. Türk gençlerinin böyle şeylerle uğraşmaları neden kabahat olsun?”

      Meyzin baba bir iki tövbe getirdikten sonra:

      “Kabahattir. Günahtır. Tanrı’ya ortak koşmadır.”

      “Neden?”

      “Dinimiz telli telgrafı kabul etti mi ki telsizini makbul sayalım?”

      “Medeni milletler neler yaratıyor, buluyorlarsa onları bilmek ve biz de onlara uymak zorundayız.”

      Meyzin yine birkaç defa Tanrı’dan günahlarını bağışlamasını dileyerek:

      “Hiçbir vakit kâfirlere uymak zorunda değiliz.”

      “Görüyorsunuz ya onlar gökte uçuyorlar. Biz yerde kalırsak hâlimiz yaman olur.”

      “Uçsunlar. Onlar kâfirdir. Çünkü uçmak küfürdür. Çünkü uçmak kuşlara, meleklere mahsustur. Bizim uçmamız istenmiş olsaydı Yaradan Hazretleri insanları kanatlı yaratırdı. Mademki Tanrı bizi uçmak için yaratmamış, ona inat uçmak, Tanrı’ya ortak çıkmaktır. Evet uçuyorlar. Görüyoruz, uçuyorlar ama şimdiye kadar kaç bin kâfirin korkunç düşüşlerle toprak üzerinde kafaları dağıldı. Beyinleri patladı. Gâvur inadı bu… İşte yine de uçuyorlar. Uçuyorlar ama bu ısrarın sonunda nasıl gazaba uğrayacakları, ne korkunç uğursuzluklarla karşılaşacakları belli değildir.”

      Nihat göz ucu ile Sadi’ye işaret ederek:

      “Meyzin baba, sen Tayfur Bey’den şikâyet ediyordun. Sonra söz başka yönlere atladı. Yine esasa gelelim.”

      Meyzin zihnini toparlamaya uğraşır gibi biraz düşünerek:

      “Ha evet, bu netameli çocuktan söz ediyordum. Bu acayip yaratık ruhlarla da haberleşiyormuş. Bu ne küstahlık, bu ne delilik? Daha doğrusu ne yalan, ne martaval… Onun konuştuğu rahmani ruhlar değil kötü ruhlardır. O bey şeytanlarla görüşüyor. Görürsünüz, bu çocuk en sonunda çıldırır. Ahirete ait sırları açığa vurmak kutsal ruhlara yasaklanmıştır. Onlar dünya işlerine de hiç karışmazlar. Bu mübarekleri masa başına çağırıp da onlarla bu alçak dünyanın fesatlıklarına, dedikodularına dair konuşmalar yapmak iddiası iğrenç bir saçmalıktır. Masa başına gelenler, dirilerle birlikte şarap, konyak içenler şeytanlardır. Yüksek ruhlarla buluşma ermişlere, evliyalara mahsustur. Damlara teller germek, teneke borular, birtakım araçlar koymakla onlarla görüşülemez. Bu rahmanilere ancak tespih çekerek, ibadet ederek, zikirle, la ilahe illallah diye diye erişilebilir. Göklerin sırlarını bulmaya uğraşmak Tanrı’nın isteğine aykırı şeytanca bir harekettir. O sırlar bu dünya gözü ile görülmez. Eğer yüce Tanrı onları bize bildirmek isteseydi bize başka türlü göz, başka türlü duygu, başka türlü güçler verirdi. Behey budala, birkaç camdan meydana gelen dürbününü göklere çevir, arkasına geç, uğraş bakalım ne göreceksin? Aylar, güneşler, yıldızlar, birbirini izleyen yollar, yollar, konak yerleri… Git, git… Büyükayı yıldız kümesi, Küçükayı yıldız kümesi, gezegeni, duranı, bütün yıldızları, bütün uzayı gez dolaş, bakalım ucunu bucağını görebilir misin? Meyzinliğime bakıp da beni küçük görmeyiniz. Ben Cafer Halebi’nin yüksek kürsüsünde okumuş bir adamım. Tanrı’nın sırları bu dünyanın oyuncak dürbünleriyle görünür mü? Haşa, haşa, o nasıl Tanrı’dır ki yaratış sırları dürbünlerin parlak camları önünde bu ahmak insana boyun eğsin… Frenkler dürbünlerle göklere baktılar, baktılar da bize ne söylediler? Daima birbirini yalanlayan, çürüten martavallar okudular. Bunlar daima nifak içinde kalacaklar, hiçbir zaman ve hiçbir gerçek üzerine aralarında birleşme olmayacaktır.

      Efendim, ziyaretimden maksat size ilahiyattan söz etmek değildir. Bu benim gücümün, yetkimin kat kat üstündedir. Biz daima okullarımızdaki yüksek bilimler derslerini Bedros’a verdik. Yanko’ya verdik. Mösyö Hofman’a, Mösyö Koklan’a verdik. Sonunda böyle olduk. Dinimizin kuralları gereğince bir Müslüman bildiklerini bilmeyen Müslümanlara öğretmekle görevlidir. Geçen ramazan Beyazıt Cami-i Şerifi’nde vaaz etmek istedim. Ağız açar açmaz beni derhâl çalyaka ettiler. ‘Dünya meselelerinden söz edecek değilsin. Cemaate yalnız İslam’ın kuruluşunu, dinin kurallarını öğretecek, anlatacaksın!’ dediler. Sonra gazetelerde okudum, gördüm ki, halk terbiyeyi gidip tiyatrolardan öğrenecekmiş. Tanrı korusun, Tanrı bağışlasın, tiyatrodan, Zuhuri’den, Karagöz’den edep öğrenmek…”

      Sadi: “Hakkın var Hoca Efendi. Halk camilerden dine ait, dünyaya ait, eğitimle ilgili pek çok şey öğrenebilir. Nasıl ki bugün Avrupa’da Hristiyan ahaliye kiliselerde çok yararlı yenilikler aşılanıyor! Lakin bir şartla: Eski dedikodu vaaz sistemini bırakmalı. Vaizlerin kafaları yeni bilgiler, yüksek fikirlerle mücehhez olmalı. Kürsüye çıkar çıkmaz müspet bilimlere karşı atıp tutmakla, telsiz telgrafın, telefonun, uçağın, teleskopun, mikroskopun, tiyatronun, sinemanın kaçınılması gerekli şeytan buluşu şeyler olduklarını söylemekle halka ve özellikle İslam dinine hizmet edilmiş olmaz.”

      Meyzin derin derin göğüs geçirerek:

      “Evlat sus, sizin gibi gençlerle bu konular üzerine sohbet etmek sevdasında değilim. Çünkü faydasız olduğunu bilirim. Ne kadar tartışırsak tartışalım ne ben sizi inandırabilirim ne de siz beni imanımdan döndürebilirsiniz. İnsan beşerdir. Bazen şaşırır. Bilmem nasıl oldu da söz istemeden bu yola döküldü. Demin de söylediğim gibi ziyaretimin sebebi başka idi. Tayfur Bey gökten düşen yağmurları ölçsün, karları tartsın, yarın hava güzel mi olacak, fena mı şeytanla görüşerek bilinmeyen âlemlerden haber versin, göklerle haberleşsin, belki Tanrı bu günahlarını bağışlar. Fakat mezarlığa saldırıda bulunmasın. İşlemekte olduğu bu günahı görüp de susmak elimden gelmiyor.”

      Sadi: “Vay Tayfur Bey mezarlığa saldırıda mı bulunuyor?”

      Hoca içini çekerek:

      “Hayhay…”

      “Nasıl? Ne suretle. Rica ederim Hoca Efendi, anlat…”

      Meyzin zikreder gibi gözlerini yumdu. Başını sağa sola çırpındırarak:

      “Gece mezarları karıştırıyorlar.”

      “Meyzin baba, yanlış görmeyesin?”

      “Yanlış değil evlat, yanlış değil. Vakit gece idi. Fakat kaç defa açık seçik gördüm. Tayfur o Ferhat adlı doktorla beraber konağın mezarlığa açılan küçük kapısından hırsız gibi çıkıyor. Mezar kovuklarını karıştırıyorlar. Dertleri, maksatları nedir? Anlayamadım. Müslümanlara bu dünyanın ne üstünde rahat kaldı ne altında…”

      Üç delikanlı, artan meraklarının kıvılcımları gözlerinden saçılarak birbirleriyle bakıştılar. Bu gizli işin tuhaflığı gittikçe büyüyordu.

      Meyzin

Скачать книгу