Dirilen İskelet. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Dirilen İskelet - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

Yani dikkatli demek istiyorum.”

      Feyzi: “Şüphesiz.”

      Sadi: “Sallapati bir iş yapmayalım.”

      Nihat: “Bir plan içinde hareket edelim. Meselenin en önemli tarafı, onlara kendimizi göstermemek, izlendiklerini sezdirmemektir.”

      Feyzi: “Bunun için ne yapmalıyız?”

      Sadi: “Onur meselesini bir yana bırakalım. İçimizde en iyi bisiklete binen kimdir?”

      Feyzi: “Üçümüz de fena binmeyiz. Lakin senin her ikimize üstünlüğünü inkâr edecek kadar da vicdansız değiliz.”

      Sadi: “O hâlde bisikletlere binince ben otuz metre kadar ileriden gitmeliyim. Siz birbirinizden ayrılmayarak bu mesafe içinde arkamdan gelmelisiniz.”

      Nihat: “Neye iyi o?”

      Sadi: “Önce üçümüz birlikte kovalayacak olursak çabuk görülürüz. Arkalarından bisikletliler geldiğini hissederlerse belki kuşkulanırlar. Sırlarına eremeyiz. Bir bisikletli öndekileri daima görüş mesafesi içinde bulundurmakla beraber kendini onların gözlerinden koruyabilir. İkincisi şimdi önümüzdekiler hangi yollardan hangi sur kapısına gidecekler, bunu bilmiyoruz. İstanbul’un kenar mahallelerindeki o dar, dolambaçlı sıçan yollarını düşününüz. Birbirine yakın üç eğri büğrü köşe dönerek önümüzden kaybolurlarsa belki artık onları bulamayız. Bizim o semtlerde dolaştığımız yok. Oralarda ömrümüzde hiç geçmediğimiz sokaklar var. Bunun için ben size öncülük edeceğim. Benim işaretlerime göre hareket edersiniz. Gerekirse üçümüz birleşir ve yine ararız.”

      Öndekiler hâlâ yayan gidiyorlardı. Kendi planına göre Sadi ilerledi. Ötekiler uygun bir ara bırakmak için gerilediler. Tayfur’la doktor arka sokaklardan yürüye yürüye caminin köşesinden eski Saraçhane Caddesi’ne çıktılar. Parka doğru ilerliyorlardı.

      Birdenbire cadde genişleyip mesafe açılınca hâlâ hüzünlü fakat yirmi dakika öncesine oranla artan ay ışığında öndekilerin gözlerinden gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi, sokak başında bekledi. Araya epey bir mesafe bıraktıktan sonra arkalarına düştü.

      Onlar tramvay yolunu izleyerek Deve Hanı’na doğru gidiyorlardı. Fatih Camisi hizasını geçtiler. Yan sokaktan Edirnekapı Caddesi’ne çıktılar. Hemen makinelerine atladılar. Sadi adım adım öndekileri izleyerek dönüp dönüp elleriyle arkadakilere de işaret ediyordu. Arkadaşlarına acele etmeleri için bir emir verdi. Onlar da caddeye ve sonra bisikletlere fırladılar. Üç bölüme ayrılan bu beş genç hemen in cin olmayan bu tenha cadde üzerinden, kaldırım taşlarının vücutlarına verdiği devamlı titremelerle sarsıla sarsıla uçuyorlardı.

      Beyoğlu Caddesi’nden geçerseniz yüksek, sağlam yapıların yüzlerinde memleketin uğradığı sürekli felaketlerden bir iz, bir yıkıklık eseri göremezsiniz. Bu uğursuzlukların, sıkıntıların ağırlığı altında inleyen, çöken, biten İstanbul’dur.7

      Yüzlerinden rüzgârdan başka bir yardım elinin silindiği yoksulluk pudrası altında kağşamış bu barakacıklar, aralarına karışan mezarlık parmaklıklarıyla sıralanarak sarkan saçakları, dökülmüş kafesleri ve sakat, kambur, bel vermiş durumları ile caddenin iki tarafını dolduruyordu. Memleketteki beslenme zorluğu ve ticaretin iflasını, kaşeksiye8 uğrayarak küçülen dükkâncıklardan anlamak pek kolaydı.

      Zincirlikuyu’yu geçtiler. Öndekiler kovalandıklarını anlamadan, arkalarına dönüp bakmadan bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallara vererek koşuyorlardı. Fakat Çukurbostan duvarının ortasına doğru gelince birdenbire durdular. Sadi, sol taraftaki çeşmeye yirmi otuz adım kala sokağın hafif kıvrıntısından yararlanarak sağ tarafa sindi. İşaret vererek arkadakileri de durdurdu.

      Makinelerinden birine bir sakatlık arız olmuş olmalı ki, birkaç dakika onu tamire uğraştıktan sonra yine bindiler. Yola düzüldüler.

      Çukurbostan’ı geride bıraktılar. Yine sol taraftaki çeşmenin önünden yukarı kale kapısına doğru hızlandılar.

      Cadde enli, az meyilli ve iki tarafı dolambaçsızdı. Öndekilerin nazarlarından gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi çeşmenin karşı köşesine saklandı ve arkadaşlarına yaklaşma işareti verdi. Nihat’la Feyzi hemen yetiştiler.

      Sadi: “Şimdi işin en zor kısmına geldik. Onlar kale kapısını bulmayınca biz bu köşeyi terk edemeyiz. Çünkü görülürüz.”

      Nihat: “Onlar kapıdan çıkınca hemen arkalarından yetişemezsek önümüze açılan dört yol ağzından hangisine gittiklerini nasıl anlayacağız?”

      Sadi: “Eğer Sur Caddesi’nden Topkapı’ya doğru giderlerse pek uzun bir mesafeye kadar kendilerini uzaktan görmek kabildir. Eyüp tarafına saldırırlarsa yine gözlerimizin önünden pek çabuk kaybolamazlar. Hamidiye köyüne uzanan mezarlık caddesine dalarlarsa yine gözlerimizin önünden çarçabuk kaçamazlar. Fakat orta kahvenin yanından inen dördüncü mezarlık yoluna kaçarlarsa kendilerini pek kolay göremeyiz. Ama öteki üç yolda vücutlarından eser sezemezsek o çarpık yöne gittiklerini anlarız.”

      Sadi hem acele acele konuşarak fikirlerini bildiriyor hem de gözlerini ileriye uçan bisikletlerden hiç ayırmıyordu.

      Öndekiler kapının tonozuna yaklaşmak üzereyken Sadi:

      “Haydi şimdi uçmalıyız. Birbirimizden ayrı gitmeye de lüzum yok.”

      Gerçekten üçü uzun bir çizgi üzerinde bir sıraya uçtular. Öndekiler kapının siyah çerçevesi içinde kaybolduktan az sonra onlar da yetiştiler. Kale kapısını dış sura bağlayan, kaldırımı iri minder büyüklüğünde taşlardan döşenmiş kuru köprüden dört yol ağzına aktılar.

      Hemen birer birer yolları bütün dikkatleriyle gözden geçirmeye başladılar. Feyzi elini Hamidiye köyüne giden sağdan ikinci yola uzatarak:

      “İşte, işte… Omuz omuza kaldırımların çukurlarına gire çıka dalgalanarak gidiyorlar.”

      4

      Yolun iki tarafında ormanlık gibi dikilen sık mezar taşlarında, gençlere ayakta bakan hassas, sinirli birer ölü görünüşü vardı. Dirilerin bile ölü hâlini aldıkları gecenin bu sakin sessizliğinde huzurlarını bozmaya gelenlerin kim olduklarını anlamaya uğraşıyorlar sanılıyordu.

      Feyzi: “Ne korkunç oluyor. Gece yarısı böyle uçsuz bucaksız büyük mezarlıklardan hiç geçmemiştim. Yüz binlerce ölünün içinde birkaç diri ne kadar yabancı, ne kadar zayıf, ne kadar ürkek kalıyor.”

      Nihat: “Şu mezarların içinde yığın yığın çürüyen kemiklerden başka bir şey olmadığını bilmiyor musun? Öndekilere baksana, hiç ürküyorlar mı?”

      Feyzi: “Onların biri filozof, öbürü doktor. Bu imansızlara kemik nedir diye sorarsanız size bunun fosfat ve klorür döşo, karbonat döşo ve benzeri şeylerden meydana geldiğini söyleyeceklerdir.”

      Nihat: “Yalan mı? Mesele

Скачать книгу


<p>7</p>

Bugünkü Fatih kastediliyor. (e.n.)

<p>8</p>

Kaşeksi: Kötü beslenme, süreğen veya kötücül bir hastalığın seyri sırasında oluşan ileri derecede zayıflık, bitkinlik ve çöküntü durumu. (e.n.)