Ferdi ve Şürekâsı. Halid Ziya Uşaklıgil

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ferdi ve Şürekâsı - Halid Ziya Uşaklıgil страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ferdi ve Şürekâsı - Halid Ziya Uşaklıgil

Скачать книгу

O zaman İsmail Tayfur, ayağının altında yerin çatladığını, derin bir uçurumun açıldığını görmüştü.

      Genç adam, o günkü hâlini görüyorum sandı. Hayatının bu anıları birer canlı resim gibi düşüncesinde yaşamaktaydı. O gün, daha gözleri babasının yas yaşlarıyla yanarken, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’ne gitmişti. Ama ara sıra babasını görmek için serbest girdiği bu kapı, o gün kendisine ürküntü vermiş, epey zaman bu eşikten geçmeye cesaret edememişti. Dört kez bu ıssız sokağı baştan başa boylamış, insanın korktuğu şeyleri ertelemek isteğine benzer bir duyguyla içeriye mümkün olduğu kadar geç girmeye çalışmıştı. Ama oraya girmeye, ancak sekiz on kez gözlerini kaldırıp bakmaya cesaret edemeyerek görebildiği Ferdi Efendi’nin huzuruna çıkmaya, “Anneme ekmek verecek babam kalmadı. O adamın ailesinin ekmeğini sizden istemeye geliyorum!” demeye mahkûm değil miydi?

      İsmail Tayfur, girmekte duraksamışken annesinin hayalini görmüş; bu hayalin emredici bir tavırla, “İçeriye gir! Ekmek gerek!” dediğini işitir gibi olmuştu. O zaman kalbinde ne büyük bir cesaret duymuş, o eşiği nasıl bir atılganlıkla geçmişti! Hasan Tahsin Efendi! O saygıdeğer yaşlı adam! Eğer o olmasaydı herhâlde İsmail Tayfur geri dönecekti; gidip annesinin kollarına atılarak, “Yapamayacağım, anneciğim! Yapamayacağım!” diyecekti. Ama Hasan Tahsin Efendi, otuz yıllık arkadaşının yetimini gördüğü zaman kalbinin en saf, en yüce noktasından kopan büyük bir acımayla onun elinden tutmuş; ziyaret amacını sökercesine almış, onu Ferdi Efendi’nin yanına götürmüş, “Abdülgafur’un oğlu! Babasının hak kazandığı ödülü, oğlunu buraya kabul etmekle vermiş olacaksınız.” demişti.

      Yine bu yaşlı adam, İsmail Tayfur’un şu boş yaşamına üzülürdü. Genç adam daha kulaklarında çınlayan şu sözcükleri düşündü: “Sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”

      Hasan Tahsin Efendi, bu sözünü bitirememişti ama bitirmeye ne gerek var? Zaten onun söyleyeceğini İsmail Tayfur düşünmüyor mu? Ah! Bir umut ışığı, bir hülya pırıltısı! Bir zamanlar genç adamın düşüncesinde ve kalbinde bundan başka bir şey yoktu, ama ne yazık! Şimdi o nur sönmüş, o ışık uçmuş, o umut ve hülya, kanatları kırık bir kuş gibi yerlere, çamurlara düşmüştü. Şimdi hayat, İsmail Tayfur için işte şu karşısında düşündüğü gece gibi değil miydi? Büyük, karanlık bir ufuk üzerinde karların arasız düşmesi! Ne olacak? Ne yapacak? Hayatında daha birer can bulmamış tohum hâlinde kalan bütün emellerine yokluktan acılı son bakışını attığı zaman kalbinden bir rahatlama damlası duyacak mı? Hayat! Hayat onun için şu ayaklarının karanlıkları altında dalgalanan uçurum gibi değil miydi?

      Ama İsmail Tayfur’un bütün bu bakışını kısıtlayan siyah rengin arasında parlayan ışıklar gibi bir şiir nuru gözüküyor; düşüncesi, küçük bir girdabın çevresinde dönüp de hep bir noktaya gelen bir yaprak gibi, bütün bu umutsuz anıların akışı içinde, bir cismin etrafında dönüyordu. Şimdi İsmail Tayfur, orada, bir bulutun kenarında tan vakti gibi saydam, duru bir yüzün parlak kara gözlerle kendisine baktığını görüyor; şimdi karlar, bu yüzün üstüne düşen nurlar gibi karşısında parlıyordu. Zavallı Saniha! Zavallı küçük kız! İsmail Tayfur, o kimsesiz, sığınaksız mutsuzu nasıl mutlu etmek isterdi! İşte hayatının biricik gülümsemesi, biricik pırıltısı o değil miydi? Fakat fakir, yoksul İsmail Tayfur, onun için ne yapabilir? Onu nasıl mutlu edebilir?

      O zaman daha küçük, pek küçük bir çocuktu. Bir gün, yine böyle bir kış günü babası, akşamüzeri eve geldiği zaman İsmail Tayfur, yanında çamurlara batmış, paçavralarla giydirilmiş, küçük, pek küçük bir çocuk görmüştü. Bu uzun siyah saçlı, parlak kara gözlü, pis su içinde açılmış bir leylak gibi saf, bulut arasında doğmuş bir parlak yıldız gibi parıltılı bu çocuk kim? Hiç! Toplumun bir fırtınasına rastlamış, dalından kopmuş bir yaprak gibi savrulmuş, oraya düşmüş bir kız; dört yaşında bir çocuk! O zamandan beri ikisi beraber büyümüşler, bütün çocukluk hayatlarını beraber geçirmişlerdi. Şimdi bu çocuk genç bir kızdı! Küçücük ellerini İsmail Tayfur’un omzuna koyup da “Seviyorum! Yalnız seni seviyorum!” dediği zaman genç adam, hayatının umutsuzluğu, gözle görülmeyen bir aydınlıkla parlamış da bu genç kızın pembe dudaklarında, “Yaşa! Hayat, işte sana şakıyan şu aşktan ibarettir!” diyormuş sanırdı.

      Bu dudakların üstünde titreyen aşk haykırışını bir öpücükle toplamaya, bu ışıklı gözlerden akan aşkı içmeye cesaret edemez; sanki mutluluk, orada kanatlarını indirmiş duruyor da ufak bir dokunuştan korkup kaçacak sanırdı.

      Genç adam, dişlerinin arasından kendi kendisine “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” dedi.

      Gözünün önündeki karanlık girdaba atılmak için her zaman birbirini kovalayan karlar, hafif bir dalgalanmayla oynaşan sular; “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” ünlemini tekrarlıyormuş gibi fısıldıyordu…

      4

      İsmail Tayfur, aylık denge cetvelini Ferdi Efendi’nin büyük yazı masasının üstüne koydu, biraz çekilerek durdu.

      Ferdi Efendi, arkasına dayanmakta olduğu sandalyeden doğrulmaksızın elini uzattı, liralarının iyi ürün verdiğine inanmış, mutlu bir tüccara özgü umursamaz bir davranışla kâğıdı çevirdi; gözleri önemsemeden sayıları süzerek sütunun son rakamını meydana getiren basamağa kadar indi. Bu sırada sol eli, dudakları üstünden sarkan sarı bıyıklarının bir parçasını dişlerinin arasına sokmakla uğraşıyordu.

      İsmail Tayfur, iki adım ötede, servetini önemsemeden seyreden bu zengine bakarak duruyordu. Ah! Şu servetin bir parçası kendisinde olsa neler yapardı!

      Yeşillikler arasında bir mutluluk yuvası gibi sıkışmış bir köşk… Ağaçları güneş ışınlarına set çeken bir bahçe… Çimenlerin üstünde yuvarlanan altın başlı iki çocuk… Küçük pembe şemsiyesi altında elindeki kitabı unutmuş, çocuklarını sevgiyle seyre dalmış bir genç anne…

      Birdenbire Ferdi Efendi, iskemlesinde doğruldu, cetveli kapayıp kaldırdı, yazıhanenin bir köşesine attı, hafifçe dönerek İsmail Tayfur’a “Sizi görmek istediğimi dün söylemiştim. Hizmetinizden, gayretinizden memnun olduğumu söylemek isterdim…” dedi.

      İsmail Tayfur, ilk kez böyle bir gönül almayla karşılaşmıştı.

      “Bu memnun oluşumu size göstermek isteğindeyim…” Ferdi Efendi, konuşmasında güç bir cümle açıyormuş gibi, yavaş bir sesle, ekledi: “Aylığınız on iki lira değil mi? Bu kadar parayla kolay geçinmenin mümkün olamayacağını düşündüm… Size, ticaretimizin net gelirinden yüzde yarım pay ayırıyorum.”

      Ferdi Efendi, bu iyiliğin bıraktığı etkiyi anlamak istiyormuş gibi durdu. İsmail Tayfur, bir teşekkür cümlesi mırıldanan genç adam, gözlerinin akına kadar kızarmıştı.

      Ferdi Efendi, memurlarına söz söylerken hiç yapmadığı şeyi yaptı: Ayağa kalkarak ilerledi; ta yanında, söyleyeceği şeyin ancak yavaş sesle söylenecek şeylerden olduğunu gösterircesine, “Bana edilebilecek en güzel teşekkür, bundan sonra daha büyük armağana hak kazanmanızdır. Sizin için Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin önemli bir organı olmak imkânı bulunduğunu unutmayınız.”

Скачать книгу