Ferdi ve Şürekâsı. Halid Ziya Uşaklıgil

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ferdi ve Şürekâsı - Halid Ziya Uşaklıgil страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ferdi ve Şürekâsı - Halid Ziya Uşaklıgil

Скачать книгу

Tahsin Efendi’yle İsmail Tayfur işlerini pek erken bitirmişlerdi, ikisi akşamüstü çıkabildiler. Böyle erken çıktıkları günler bu yaşlı ve genç arkadaş Köprü’ye giderler, biraz yaşadıklarını duyabilmek için kalabalığın içine atılırlar, bir süre kendilerini Köprü’den dalgalı bir nehir gibi geçen bu halkın çalkantısına salıverirler, hayatın böyle iki taraflarından akıp geçtiğini görmekten tat alırlardı.

      Bugün havada hoş bir yumuşaklık vardı. Kış akşamlarına özgü sarı bir güneş, erimeye başlayan karların üstünde donmuş sanılan koyu bir yansımayla oynaşıyordu.

      İkisi de paltolarının yakalarını kaldırarak, ellerini ceplerine sokarak, artık yapacak bir işi kalmamış da biraz havayı koklamak isteyenler gibi yürüyorlardı.

      Bu iki arkadaş birbirinin yanında bulunmaktan aldıkları zevki hiçbir şeyden duymazlardı; Hasan Tahsin Efendi, gençliğini farkına varmaksızın geçirmiş yaşlı bir adam olduğu için İsmail Tayfur’un eşliğinden bir gençlik kokusu alır, bundan tat duyardı. İsmail Tayfur için, Hasan Tahsin Efendi’nin altmış beş yılı kendisinin gençlik baharına karşıt sayılamazdı. O da yaşlı bir adam değil miydi? Böyle birbirinin yaşlılığını, gençliğini paylaşarak iki arkadaş, saatlerce düşünürler, saatlerce konuşurlardı.

      Bugün, Köprü’yü geçerken kalabalığın, ıslak tahtalar üstünden gök gürlemesi gibi geçen gürültüsü arasında İsmail Tayfur, arkadaşına sokularak şöyle dedi:

      “Size garip bir şey söyleyecektim!” Hasan Tahsin Efendi, hayatında garip şeylere pek az rastlayan tecrübe sahibi şüphecilere özgü bir gözle baktı. “Bugün cetveli içeriye götürdüğüm zaman ne dedi, bilir misiniz?”

      “Evet! Sayılarının daha düzelmediğini söylemiştir.”

      “Hayır! Tahmin edemeyeceğiniz bir şey! Öyle bir şey ki, bunu sizlere tekrar etmemem konusunda beni uyardığı hâlde, işte söylüyorum…”

      İsmail Tayfur, bu başlangıçla, giriştiği sözünü sürdürdü; Ferdi Efendi ile arasında geçen konuşmayı tümüyle anlattı; bitirdiği zaman, Hasan Tahsin Efendi düşünüyordu.

      Şimdi, yürüyüşlerini biraz yavaşlatmışlardı. Hasan Tahsin Efendi, hep düşünüyordu; genç adam sormak zorunda kaldı:

      “Ne düşünüyorsunuz? Bir şey demediniz…”

      Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının elinden tuttu, Köprü’nün kenarına çekti. Burada ikisi de durdular. O zaman yaşlı adam, İsmail Tayfur’un gözlerinin içine bakarak “Bir kez şurasını aklına koymalısın ki, Ferdi, bu iyiliği, bir iyilik olmak üzere yapmamıştır. Amacı her hâlde bir çıkar izlemektedir. Sorun, bu çıkarın ne olabileceğini bulmaktır. Sen, bunun üzerinde hiçbir görüşe varmadın mı?” dedi.

      İsmail Tayfur’un dudaklarına bir sözcük geldi, sonra kızardı, düşündüğünü söylemiyormuş gibi kekeleyerek:

      “Düşünce biçiminiz pek doğrudur… Hatta inanmanızı, isterim; Ferdi Efendi, bana bu iyiliği müjdelediği sırada kalbimde tuhaf bir korku vardı… Bu korku yine sürüyor… Bir şey olacak, bir fenalık gelecek, bunun altında bir fesatlık var da ortaya çıkacak sanıyorum… Oysa ne olabilir?

      Ferdi Efendi… O, yüz bin liralık adam! Ben, İsmail Tayfur, ayda birkaç liraya hayatını satmış, ekmeğe muhtaç bir yoksul! Aramızda bir ilişki göremiyorum ki, üstelik bu ilişkide gizli bir amaç olsun.”

      Hasan Tahsin Efendi, sesini çıkarmadı. Şimdi güneş batımının ilk karartısı olarak çevreyi ince bir sis kaplıyordu. Saf rengi, yarı saydam örtüsü altında az sezilen bu hafif bulutlu kış göğünün bir köşesinde güneşin kızıl çehresi süzülüp akıyor, Haliç’in durgun suları üstünden yavaş yavaş çekiliyordu.

      Yaşlı adam, düşünceli bir bakışla bu görünüme daldı; sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi İsmail Tayfur’a “Hacer’i hatırlıyor musun?” dedi.

      Genç adam, kalbinin en gizli bir şüphesinden yakalanmıştı:

      “Kuşkusuz!”

      Hasan Tahsin Efendi, birtakım eski anıları canlandırıyormuş gibi gözlerini süzdü; bakışı, ufkun bulutları üstünde gün batısının ışık kalıntılarının uçtuğu bir noktaya döndü:

      “Bu kız, iki yıl önce… Daha çocuk sayılacak bir yaştayken veya babasının gözüne daha öyle görünecek kadar büyümüşken bizim muhasebe odasından, özellikle senin yanından ayrılmazdı… Hem de bir gün, bilmem hatırına geliyor mu? Senin yanına o kadar sokulmuş, o kadar sokulmuştu ki, belki bu on iki yaşındaki kızın sarı saçlarından veya beyaz teninden çıkan bir koku, bir ısı senin yüzünü sarartmış, dudaklarını titretmişti. O zaman sana dikkat etmiş, bunu anlamıştım; o zamana dek Hacer’in artık büyüdüğünü ben de görememiştim… Yaşlılar, çocukların büyüdüklerine o kadar güç inanırlar ki… Ama ondan sonra!”

      İsmail Tayfur, gözlerini indirerek “Bilmem, niçin bunlardan söz ediyorsunuz?” diye sordu.

      Yaşlı adam, durumunu değiştirmeden sürdürdü:

      “Öyle! Sanıyorum ki, bu anılarla çözümlemek istediğimiz sorun arasında bir ilişki, bir bağlantı var… Bir gün sabahleyin… Ben böyle şeyleri unutmam… Yaşlılar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, düşüncesindeki şiiri özel bir özenle yoklarlar… O zaman ben de sizi öyle yoklardım… Hiç kuşkusuz onun için unutmamışım… Evet, bir gün sen, sabahleyin gelip de defterini açtığın zaman kâğıtların arasından birçok gül yaprağı dökülmüştü. Bunu, hepimiz görmüştük… Hepimiz sana dikkat ediyorduk… Sen kıpkırmızı olmuştun… Bunları saklamak, bize göstermemek istedin… Elinde mi? Sen, sayfaları çevirdikçe gül dökülüyor; bu, sayılardan başka bir şey görmeyen kâğıtlardan gül saçılıyordu… Defterin, bir gül sepeti olmuş gibiydi… Buradan beyaz, küçük, pembe tırnaklı, mavi damarlı, bir çift elin geçtiğini anlamak, uzun uzun düşünmeyi gerektirmiyordu. Bunu hepimiz anlamıştık… Daha konuşayım mı?”

      İsmail Tayfur, durmasını rica eder gibi bir davranışla elini uzatmak istedi ama Hasan Tahsin Efendi, konuşmak istediği zaman kolay susturulamazdı:

      “Bir gün sabahleyin… Bir bahar günüydü… Sabahın taze, kokuyla dolu, hafif bir yeli pencerelerin perdelerini titreterek yazıhaneye giriyor; tel sepetler içindeki mektupları, ötede beride sürüklenen hesap kâğıtlarını oynatıyordu. Bu rüzgâr estiği zaman, bilmem, gençlere ne gibi duygular anlatır? Sana hayran bir gözle bakan Hacer’in sarı saçlarını da bir tutam ışık gibi savurarak senin başına, yüzüne, dudaklarına yolluyordu; baharın kokularını yanı başındaki canlı baharın saçlarıyla karıştırarak öyle koku ve ışıktan meydana gelmiş bir demet gibi seni hoş dokunuşlarıyla okşayan bu rüzgâr sarhoş ediyordu; belliydi bu. Sonra, nasıl olduğunu iyi hatırlayamıyorum, senin yanından bir kâğıt parçası uçuyor gibi oldu; Hacer, bu kâğıdı tutmak istiyormuş gibi elini uzattı fakat seninki daha önce uzanmıştı; öyle ki Hacer’in küçük eli, senin titremeye başlayan elinin üstüne düştü; çocuk o küçük canavar, şimdi bu elin uçmasından korkuyormuş

Скачать книгу