Kardeş Sesler 2014. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kardeş Sesler 2014 - Анонимный автор страница 9
Zamanın araladığı kapıların ardında, inanmaya ihtiyaç duyan insanlar görürdüm sanırım. Güneşe, fırtınalara, denizlerin asi dalgalarına adaklar sunan paganları, ruhların kutsallığına boyun eğmiş şamanları, mucizelerle gelen Yahudiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın en çetrefilli zamanları olan o ilk günlerinde, sevdasını terk etmeyenleri izlerdim. Bir güce inanmanın, yürekleri her dönemde cesaretlendirdiğine şahit olur muydum gerçekten? Yoksa bütün gücü kendi egosunda toplamış yüreği şişkinlere de denk gelir miydim? Gurur ve kibir, her dönemde benzer şekilde imzasını attı insanlık tarihine belki de.
En fazla savaşlara mı tanık olurdum, bilemiyorum. Belki geçmiş zamanın kapılarının ardı en çok vahşet kokuyor olurdu. Gözleri doymak bilmeyen, gönülleri bereketli topraklara aç insan topluluklarının bugünden farksız olduğu gözlerimin önüne serilseydi hayal kırıklığı duyabilirdim. Kim bilir, tarihin romantizmi yalnız filmlerde, kitaplarda kalırdı da gerçeklerin içinden keskin kılıçlar geçerdi, kanardı her sevda. Şahin Uçar, belki de bu düşüncelerle yazdı mısralarını;
Ey ikiyüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İkiyüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Zamanın geleceğe açılan ön kapısının yanında, maziye açılan bir de arka kapısı olsaydı, kendimi her defasında orada mı bulurdum diye düşünüyorum. Beni kendine hayran bırakan, sakin, samimi bir ev sahibi mi olurdu yoksa ben siyah beyaz bir tablonun köşesine damlamış, aykırı bir renk mi olurdum onun içinde?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 22.01.2014)
KIYIYA VURAN YALNIZLIK
Yalnızlık bir medcezirdir benim dünyamda. Yüreğimin mevsimi değiştikçe o da bir gider, bir gelir. Tutkunu değilim yalnızlığın lakin onun suları ruhumdan çekildiğinde boşluklar doldurmaya başlar beni. Çoraklaşırım, beslenemem, gözlerim gizliden gizliye onu arar. O uzaklara gittiğinde, bir gün tekrar döneceğini bilmek bana huzur verir.
Zaman zaman, kıyıya vuran yumuşak dalgalar gibi sokulur yanıma. Bir gün batımında, kumların ılık sularla buluştuğu bir kıyıda zamanı, mekânı unutarak yürümek gibidir. Zihnim boşalır, dakikalarım yavaşlar. Dalgaların şırıltısı gibi, yalnızlığın sessizliği de mest eder beni. Gözlerimi kapatır onu dinlerim. Onu dinlerken, kendimi dinlerim. Kalabalıklarda duyamadığım sesleri bana fısıldadığı için severim onu belki de en çok.
Yine de her zaman usulca yaklaşmaz yalnızlık. Medcezirin bir hırçınlığı yok mudur? Bazen önünde ne varsa devirip geçmek ister deli dalgalar. Yalnızlık da edepsizce gelip yerleşir zaman zaman hayatıma. Onunla yüzleşmek istemediğim vakitlerde yanıma sızar. Başına buyruk bir yanı vardır bence onun. Orhan Veli’nin, Atilla İlhan’ın mısralarına izin isteyerek mi girmiştir? O, bir yanı pirüpak öte yanı mürekkep lekeleriyle dolu bir sayfa gibi görünür gözüme.
Bir ölümün, sürgünün veya terk edilişin yanında eşlik eder de küseriz bazen ona. Yalnızlık, kapıyı çalmadan geldiği vakit hayatımızdan çalan bir hırsız gibi değil midir? Oysa onun da arkasından gelen, sessiz sedasız misafirler vardır kimi zaman. Bir yazarın yalnızlığı satırlara dökülür de ölümsüzleşir. Bir müzisyeninki notalarıyla nesillere uzanır. Evladını kaybetmiş bir anne, yetim bir kız çocuğunun hayatına ortak olur vakti geldiğinde kim bilir. Zamansız gelen yalnızlığın arkasında gizlice ışıldayan bir pırlantanın olmadığının garantisini kim verebilir?
Medcezir gibi yalnızlıklar da bir gelir, bir gider insanın hayatına bence. Ondan korkmamak, diğer yandan onu baş tacı yapmamak gerekir. Varlığında huzuru, yokluğunda yaşamayı bilmek gerekir. Ay, dünya ve güneşin dansında dalgalar nasıl ritim tutuyorsa, insan da yalnızlıkla bu ahengi yakalamalı bence. Ahenk olmaksızın tökezlemez de ne yapar adımlar? Can Yücel, mısralarında vals yapmış sanki yalnızlıkla…
Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, ama
“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama “Çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra.
Gölgesi olmayan bir sevgili gibi yalnızlık. Ne onunla, ne onsuz oluyor hayat. Gün geliyor apar topar ayrılıyor kıyılardan, gün geliyor geri dönüp yüreklerde oluşan tüm boşlukları bir avuç su berraklığında dolduruveriyor.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 29.01.2014)
BİRAZ CESARET
Uçurumun kenarında, yapraklarının ucundan sarkan kıpkırmızı bir dağ çileği hayal ediyorum. Ağzım sulanıyor gördüğüm anda, bir çırpıda koparıp tadına bakmak istiyorum. Bir yanım ise kolumdan tutup yapma düşersin diyor, beni korkutuyor. Korku ile tutku arasında bir yerde kalıyorum. Her defasında beyaz bir sayfanın önüne geçip, parmaklarımdan dökülecek kelimeleri beklerken olduğu gibi.
Yazmanın bir yanı eşsiz bir lezzet, öte yanı dipsiz bir uçurum bana göre. Satırlar ilerledikçe o uçurumun kenarında koşmaya başlıyorum sanki ama heyecanla iç içe geçen korku sıyrılıp da gitmiyor içimden. Gerilim, yazılarımı sessizce besliyor. Bu yüzden yazarken bir deniz kenarında yumuşak kum taneleri üzerinde yürümenin huzuruna varamıyorum, zihnim hep tetikte. Uyumsuz sözcüklere takılır da düşer miyim diye başıma üşüşen her kelimeyi alıp cümlelerimin içine koyamıyorum. Uçurumun ucuna kadar ürkek adımlarla yürüyüp kıymete değer cümleleri bir bir oradan seçme gerekliliği hissediyorum.
Sahip olduğum en değerli cevher benim için yazabilmek. Onun karşısında bu kadar tedirgin olmamın sebebi de değerinden geliyor sanırım. Hani hastalıkta sağlığın, yaşlılıkta gençliğin değeri daha iyi anlaşılır ya, yazar da kelimelerini kaybederse sahip olduğu mirasın kıymetini bir kat daha fazla anlamaz mı? Yazının başına oturduğunda sözcükler aklına