Göllerköy Çeşmeleri. Yakup İsmail

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Göllerköy Çeşmeleri - Yakup İsmail страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Göllerköy Çeşmeleri - Yakup İsmail

Скачать книгу

sadece bir köşesi görünüyordu. Aşağıda, bahçenin alt tarafında Kayacık Çeşmesi şarkısına yıllardan beri hiç kesintisiz devam ediyordu. Etrafta ne insan, ne hayvan, ne de makine sesi. Hattâ kuşlar da dere boyundaki söğüt dalları arasına gizlenmiş, sıcağın hafiflemesini bekliyordu.

      Öyle gailesizce otururken ve sakin sakin kahve yudumlarken nereden çıkıp geldiğini anlayamadığı bir kimsenin çeşme önünde dikildiğini fark etti. Turist elbiseliydi ve arkasında büyücek bir sırt çantası vardı. Yakın bir yerde çalışmış ve şimdi çeşmeye su almaya gelmiş bir kimseye hiç benzemiyordu. Buralara sık sık uğrayan kır bekçisi de değildi. O, buraya geldiğinde çeşme başında gezinmekle vakit geçirmiyor, doğruca elma bahçesine geliyor ve onu görmüş olsa da, olmasa da, daha uzaktan sesleniyordu:

      “Bostancı karısı! Cezveyi ateşe sürdün mü? Bilmelisin ki, senin kahveni yine özledim!”

      Tanıyamadığı o kimse çeşme önünde hayli dikildikten sonra gözden kayboldu, lakin çok geçmeden yine belirdi. Şimdi sırt çantası arkasında yoktu. Öteye beriye bir hayli gezindi. Arada sırada duruyor, çeşmeye doğru dönüyor ve mıhlanmış gibi dakikalarca yerinden kıpırdamıyordu.

      “Çeşmeyi satın alacakmış gibi bakıyor!” dedi Bostancı karısı kendi kendine ve gülümsedi. “İlginç bir iş. Kim acaba ve burada ne işi var?”

      Kalktı, bahçe içinde gezinmeye ve olmuş karpuzları koparıp bir kenara yığmaya başladı. Bir saat sonra karavan önüne tekrar oturduğunda o tanıyamadığı kimse hep daha çeşme başındaydı. Hatta şimdi bir şey üzerine oturmuştu ve çeşmeyi hep öyle dikizlemeye devam ediyordu. Bostancı karısı merakını bir türlü yenemedi, su testisini eline aldı ve taze su almak manasıyla çeşmenin yolunu tuttu.

      -4-

      Mimar Behçet kır bekçisiyle birlikte beş günde çeşmelerin on altısını ziyaret edebildi. Ertesi güne yalnız en uzakta olan iki çeşme kaldı. Altıncı gün onları da ziyaret edebilmek için erkenden yola çıktılar. İlkin köyün kuzeyinde bulunan Devesil Ormanındaki çeşmeye gittiler. Onu fotoğrafa çektikten sonra kır bekçisi Mehmet dayı onu çalılar içinde kalmış olan başka bir çeşmeciğin yanına götürdü:

      “Bu, senin elindeki kâatta yazılı olmayan Çoban Çeşmesi. Çocukluumda bu semte hayvan otlatmaya geldiimde onları sulamak için buraya getirirdim ve öğle yemei için işte şu meşe altına otururdum. Son yıllarda buraya ne hayvan gelir, ne de insan. Onun için çeşmenin de dört bir tarafını ot ve dikenli çalı bürümüş.”

      “Yani Göllerköy çeşmelerinin sayısı on dokuza vardı!”

      “Madem senin kâatta öyle yazılı.”

      Bu çeşmeyi de fotoğrafa çektiler ve öğle yemeği için meşe ağacının gölgesine oturdular. Biraz dinlendiler ve köyün batısında bulunan ve listede son yerde yazılı olan Kayacık Çeşmesinin yolunu tuttular. Yollarını kesen ve kente giden şose üzerine çıktıklarında kır bekçisi durdu, dürbünle bir yere devamlı baktı ve dargın dagın konuştu:

      “Bu çoban belâsını arayıp duruyor!”

      “Bir sorun mu var Mehmet ağabey?”

      “Aşaa Mahallede yaşayan bir çoban sürüyü iki günde bir mısır tarlalarının arasına sokmadan olamıyor. Onu da bırak, koyunları sık sık mısırların içine salıyor ve sonra ‘Affet Mehmet aga, ben anlamadan kaçtılar deyerek yapmacıktan hayıflanıyor. Onu nihayetimde suçüstü yakalamam lazım. Sen şu dere boyunca yürü. O, seni dooruca Kayacık Çeşmesine götürecek. Her ne kadar da yavaş yürüsen, bir saat sonra ordasın. Ben o çobanla annaştıktan sona oraya gelecem ve köye birlikte dönecez.”

      Mimar Behçet kır bekçisinin tarif ettiği gibi dere boyunca bir saat yürüdükten sonra durdu ve etrafı dikkatle gözden geçirdi. Ne yakında, ne de uzakta tek bir canlı görünmüyordu ve her yer derin bir sessizlik içindeydi. Sadece yanı başındaki dereden akan suyun kulakları okşayan şırıltısı işitiliyordu arada bir.

      Yürümeye devam etti. Beş-altı yüz adım sonra bir daha durdu. Şimdi kulağına hafif de olsa bir uğultu geliyordu. Etrafına devamlı bakındı, fakat sesin nereden geldiğini bir türlü anlayamadı. Tekrar yürüdü. Az sonra derenin küçük bir kıvrıntısına geldiğinde uğultu birdenbire arttı. Adımlarını sıklaştırdı ve kıvrıntıdan çıkar çıkmaz üç yüz adım ileride beklediğinden çok daha büyük bir çeşme göründü gözlerine. Olduğu yerde dikildi kaldı. Gözlerine inanamıyordu. Kemerinin uzunluğu en az yirmi beş adım vardı ve suyun şarıltısı kulakları sağır edecek gibi kuvvetliydi.

      Adımlarını sıklaştırdı ve üç dakika sonra çeşme yanındaydı. Yirmi-yirmi beş adım önüne geçip dikildi ve görüntüyü ilgiyle seyretmeye koyuldu.

      Demek ki Kayacık Çeşmesi dedikleri işte buydu!

      Şimdiye kadar gördüğü çeşmelerin hepsinden çok daha büyüktü. Mimarisi de diğerlerinden farklıydı. İki sütunluydu ve her sütunun altında ikişer kurna vardı. Beşincisi yanı başında bulunuyordu ve ayrı bir yalağa akıyordu. Kurnaların her birinden akan su insan kolundan daha kalındı. Kemerin ve sütunların inşa edildiği taşların rengi maviye çalıyordu ve diğer çeşmelerin taşlarına kıyasen daha büyük bir ustalıkla işlenmişti. Sayısı on sekiz ve her biri büyük bir taştan oyulmuş olan yalaklar berrak ve buz gibi soğuk su ile dolup taşıyordu. Çeşmenin arkasında yüksekliği on beş insan boyu ve uzunluğu yüz metreden fazla bir kaya muazzam bir duvar gibi yükseliyordu. Herhalde su onun altından geliyordu ve adını da ondan almıştı.

      Çeşmenin sol tarafında muazzam, dalları dört bir tarafa dağılmış ve gölgesi çok koyu bir ceviz ağacı yükseliyordu. Gitti, sırt çantasını onun altına bıraktı. Fotoğraf makinesini çıkardı ve tekrar çeşmenin önüne geçti. İleri geri, sağa sola hayli gezindi. Her nereden baksa, çeşme ilginçten daha ilginç görünüyordu. Nihayet makineyi çalıştırdı.

      Belki on beş, belki yirmi resim yaptı ve çeşme kemerinin yanına gitti. Büyük bir hünerle yontulmuş taşları, yalakları, kurnaları, iki tarafındaki iki sütunu dikkatle izledi. Kim veyahut kimler tarafından, ne zaman ve ne münasebetle inşa edildiğini, kimin hatırasına ithaf edildiğini bildiren herhangi bir işaret aradı. Bulamadı.

      Çeşmenin tam karşısında, otuz adım ötelerde büyücek bir taş vardı. Gitti onun üzerine oturdu ve çeşmenin krokisini acele etmeden, özene bezene çizdi. Yani her gittiği yerde olduğu gibi burada da gerekeni yapmış, önüne koyduğu vazifeyi gerektiği gibi icra etmişti. Buna rağmen taşın üzerinden kalkmaya acele etmedi. Tarif edilemeyecek kadar bol sulu çeşme, arkasında yükselen o büyük kaya, dallarını dört bir tarafa uzatmış olan ulu ceviz… Buradan bir türlü ayrılacağı gelmiyordu. Zaten acele de etmiyordu. Hem altı gün önce önüne koymuş olduğu vazifeyi en nihayet başarıyla sona erdirmişti hem de onu köye götürecek olan yolu bilmiyordu. Yani kır bekçisinin buraya gelmesini nasıl nice beklemesi gerekiyordu.

      Sakin sakin otururken ve önündeki büyüleyici görüntüyü ilgiyle izlerken zihninde beklenmedik bir düşünce oluştu: Çeşmeyi ve etrafını içeren bir tablo resmetse çok iyi olacaktı!

      Gitti, sırt çantasından resmetmek için gereken araçı gereçi çıkardı ve tekrar az önce oturduğu

Скачать книгу