Ruslar Ahaltekede. Tugan Mürze Baranovskiy

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ruslar Ahaltekede - Tugan Mürze Baranovskiy страница 8

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ruslar Ahaltekede - Tugan Mürze Baranovskiy

Скачать книгу

versta önde, kenarında kamış biten gölün yüzü cam gibi parlayıp duruyordu. Hatta suyun yüzü, balığın pulları gibi açık seçik, pırıl pırıl görünüyordu. Sevinerek ön tarafa doğru adımlarımızı hızlandırdık. Maalesef dudaklarımızı ısırıp kalmıştık. Çünkü gölde her şey, şu çöllük yerde adet olduğu üzere bazen göze görünen bir serap olup çıkmıştı. Böyle seraplar, ta mola yerine varıncaya kadar askerlerin gözüne devamlı görünüp durdu. Her defa yeni bir serap görüldüğünde, bundan öncekilerin serap, fakat bunun gerçek göl olduğunu, çevresindekilere inandırmaya can atan askerler bulunuyordu. Her seferinde de aldanıyorlardı. Fakat öğleden sonra saat 16’da uzakta gerçek göl ve Boyunbaşı kuyuları göründüğünde, bunun serap olmadığına inanan askere rastlanmadı.

      –”Ay! Yok, şimdi aldanmıyoruz. Senin nasıl bir göl olduğunu biz biliyoruz” deyip, bazı askerler aldanmak istemiyordu. Gölün gerçek olduğuna gözleri inandıktan sonra, kafalarını sallayıp şaşırdılar, hayret ettiler. Boyunbaşı kuyularında su, Çekişler’deki sudan daha tuzlu idi, içmek bir eziyetti. O sudan kaynatılan çay da içilecek gibi değildi. Boğazından geçirmek için bir bardak çaya bir kaşık limon tuzu veya birkaç topak şeker atmak gerekiyordu. Bir yandan da tuz, boğazı yakıyordu. Bu yüzden askerlerin çoğu, çay içmekten vazgeçti. Bu suyla sadece koyun etinden çorba yapılıp içilebiliyordu. Boyunbaşı’nda iki tane kuyu kazılmıştı. Birisi insanlar için, birisi de hayvanları sulamak için. Gölün suyu da içilecek gibi değildi.

      Ertesi gün sabah saat 6’da yolumuza devam ettik. Çevrede ot çöp görünmüyordu. Toprak sıcaktan cayır cayır yanmıştı. Sadece bazı yerlerde yandak otu biten alanlara rastlanıyordu. Bu kendine has özelliği olan çöl bitkileri için, develerin tek yiyeceği demek daha doğru olur. Bu bitkinin boyu kısacık, kökü birkaç koldan ibaret, kapladığı alan ise 1 metreye yakındı. Bu kollarda seyrek olarak sert, sivri ve uçlu dikenler var. Dikkatsiz davranan askerler ve atlar, bu bitkinin yanından geçerken ayaklarını yaraladılar. Çünkü yandak bitkisinin dikenleri öyle sert ve sivriydi ki elbiseleri delip geçiyordu. Bu yüzden askerlerin ayakkabıları eskidi, onlar da sonra deve veya koyun derisinden kendisine ayakkabı dikmek zorunda kaldılar. Bunu yaparken de bu bitkinin dikenlerini iğne olarak kullandılar.

      O gün saat 10’da müfreze, boylu boyunca uzanan, kıyılarını kamış kaplayan Delitepe Gölüne ulaştık. Bu gölün suyu da hem acı hem tuzlu idi. Ağza alınacak gibi değildi. Gölün yanında kazılan kuyuların suyu da bundan farksızdı. Bu durum yüzünden, susayıp da içmemesi için kuyuların yanına hemen nöbetçi dikildi. Yeni kuyular kazmak üzere de bir bölüm görevlendirildi. Ancak son kazılan kuyuların suyu da acı ve tuzlu çıktı. Göl suyuna bakarak daha iyiydi fakat yine de içilecek gibi değildi. Buna rağmen susuzluk bütün hararetiyle sürüyordu. Dişimizi sıkıp bu suyu kullanmak zorunda kaldık. Bizim o gün içtiğimiz çorba ve çayın tadı sözle anlatılacak gibi değildi. Çaresizlik, içmek zorundaydık ve içtik. Çayı ancak en kızgın halinde, ağzı dili yakacak şekilde içmek mümkün oluyordu. Çünkü soğuduğunda mideyi bulandırıyor, susuzluk ne kadar eziyet verse de bir yudum bile içilemiyordu.

      Uzun gün boyunca 40 dereceye ulaşan sıcaklık yakıp kavuruyor, ot çöp bile kıpırdamıyordu. Hemen hemen askerlerin tamamı giyim kuşamları çıkarmışlar, çadırlarda yatıyorlardı. Delitepe Gölü’nün bu farklı suyu, kısa sürede etkisini göstermeye başlamıştı. O günün akşamı müfrezedeki askerlerin çoğunluğunda ishal ile birlikte dizanteri hastalığı baş gösterdi. Yürüyüşün bu ikinci gününün sonunda, beş at kaybettik. Bir askeri güneş çarptı. Müfrezenin ardına takılıp gelen iki köpek de aynı akıbete uğradı.

      2 Ağustos sabahında müfreze Delitepe’den hareket ederek, düz bir çölde yolu takibe başladı. Kısa sürede yeniden başlayan sıcağa karşı yine çaresiz kalmıştık. Güneşin ışıkları insanı delip geçiyor gibiydi. Hiçbir eşyaya, araç-gerece el sürmek mümkün değildi. Köz gibi kızmışlardı. Biraz hareket etseler derhal ter boşalıyor, iç giyimlere kadar su içinde kalıyorlardı. Ancak çok geçmeden kuruyorlardı.

      Biraz sonra gök ile yerin birleştiği yerde, Etrek ırmağının karşı tarafında uzayan Pars (Horosan) Dağlarının yüksek tepeleri görünüp, yavaş yavaş seçilmeye başladı. Bir saat geçince de büyüklüğünü, yüksekliğini seçebildik. Yol geçildikçe yandaklı yerlere ve küçük çöl bitkilerine daha çok rastlıyorduk. Bu bitkilerin boyları da, çöldekilere göre daha da büyümeye başlamıştı.

      Sabah 11’de Etrek kıyısında Güdrolum denilen yerde durduk. Böylece 15,5 versta yol geçilmişti. Burada Atlı Dağıstan Alayının 200 atlısına rastladık. Onlar da bizim müfrezemize katıldılar. Etrek ırmağı burada dardı. Kenarları dikti, fazla yüksek değildi. Kıyısında sazak ve kamış bitkisi çoktu. Su yavaş akıyordu. Suyun yüzündeki ot, çöp ve yosun yüzünden suyunu içmek mümkün değildi. Biraz iyi ve duru su almak için kıyılarda küçük çukurlar açılmıştı. Bu çukurların dolması ve suyun durulması için üç saat beklemek gerekiyordu. Bütün bunlara rağmen su tam olarak durulmuyor, içildiğinde yine yosun kokuyordu. Aslında suyun durulmasının tek yolu vardı ve kolaydı. Ancak bunu bilenler azdır. Bu usulü sadece çölde harekete katılanlar biliyordu. Su konulan herhangi bir kabın içine basit bir zek parçasını koyup kısa bir süre bulayarak çıkarınca, bir saat içinde, su dupduru oluyor. Üzerindeki çamur ve diğer tortular da dibe çöküyor. Hiçbir süzme aracı böyle temizleyemezdi. Zek de sadece tecrübeli ve tedarikli askerlerin yanında vardı.

      Güdrolum’da Rusların ilk mezarlarına rastladık. Kont Borh’un kafilesindeki bir asker gömülmüştü. Bu karşılaşmayla birlikte hepimizi ağır ve kaygılı düşünceler sarmıştı. “Belki bu mola yerinde ya da önümüzde yayılan çölün bir yerinde, hatta düşmanın yurduna varmadan, benim de dizanteriye veya güneş çarpmasına yakalanarak can vermem mümkündür” şeklindeki düşünce herkesin kafasında ister istemez belirmeye başlamıştı.

      Ertesi günün mola yerinde geçirileceği bildirildi. Geçilen yerlerde askerler ve hayvanlar çok yorulmuşlardı. Fırsattan yararlanarak karargâhın çevresini dolaştık. Dağıstanlıların yerleştikleri yere vardım. Bunların görünüşü diğerlerinden farklıydı. Yani ortalarında iki sıra halinde atlar dağılmıştı, at yatağının iki yanında üstü kapalı gölgelikler kurulmuştu. Hava sıcaklaştığında Dağıstanlılar, bu gölgeliğin altına girip güneş ışıklarından korunuyorlar, geceleri de üst katlarında yatıyorlardı. Böylelikle buradaki çok sayıda yılanın, kırkayakların ve benzeri börtü böceklerin tehlikesinden uzaktılar. Çadırların yerine kurulan bu gölgeliklerin içindeki bu insanların yüzleri, kısaca bütün özellikleri, Ruslardan çok farklıydı.

      Dağıstanlılar kendilerine has bir halk. Rusya’da böyle bir alayın varlığını da bilen çok azdır. Onlar Kafkaslarda yiğitlik ve at sürmekte büyük şöhrete sahiptirler. Bu alay, Dağıstan bölgesinin savaşçı ve seçilmiş yiğitlerinden teşkil edilmişti. Hepsi emirleri isteyerek yerine getiriyordu. Barış sırasında her birine ayda gümüş paradan 10 ruble ödenen bu insanlar, savaş sırasında da 15 ruble kadar alıyorlar, bunda başka azık, ayrıca da atları için yem veriliyordu.

      Lezgileri bu alaya katılmaya zorlayan şey sadece para değildi. Onların köylerinde savaşa katılmayanları adam yerine koymuyorlardı. Her biri savaşta ne kadar üstünlük gösterse, ne kadar ödül alsa kendi memleketinde o oranda saygı görüyor, istediği kızla evlenebiliyordu.

      Dağıstanlıları savaşa katılmaya teşvik eden bir başka sebep de düşmandan

Скачать книгу