Metres. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Metres - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Metres - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

ile Hezar korsenin bağlarını o kadar sıkıladı ki gelin hanımın çehresi gözlerinin akına kadar morardı. Hezar sevinçle:

      “İşte korse son kertesine kadar oturdu. Layıkıyla yerini buldu, tıpatıp uydu efendim.”

      Firuze Hanımefendi gözlüğünün sapını her vakitkinden çok çarpıtıp o derecede çarpık bir alaylı bakışla gelinini süzerek:

      “Zavallının yüzü patlıcan moru kesildi. Yarım saate kadar ya korse ya Saffet bu ikisinden biri çatlamazsa çok şaşarım.”

      Hezar gülerek:

      “Korsemin kumaşına güvenirim efendim çatlamaz. Fakat gelin hanımefendi bir tarafından sakatlanırsa ona bir lafım olamaz.”

      Firuze Hanım: “A Saffet şimdiye kadar geniş geniş geziyordun. Nene lazım da bundan sonra bu sıkıntılara giriyorsun?”

      Modist: “Korse koymadan hiç kadın kadın olabilir? Ne için bu zavallıyı şimdiyecek böyle hâline bırakmışsınız. Vücudu yabani büyümüş.”

      Firuze Hanım: “Beyi Paris’te iken biz kendisine çok söyledik. O zaman hiç kulak asmadı. Şimdi Hami geldi, kocasının dışarıda gözü kalmasın diye zavallı işte bu cenderelere giriyor, alafrangalık icabı ne ise hep onları yapmak istiyor. Fransızca öğrenmek için enstitütris43 tutturmak istiyor. Hâlbuki bu yaştan sonra hele Saffet Hanım’ınki gibi bir kafa ile lisan öğrenmek, bu hâle gelmiş bir vücudu inceltmek mümkün müdür? Biz kendisini aldığımız zaman vücudu pek ince idi. Saffet’in böyle olacağını kimse ummazdı. Saffet Hanım’ın ufak bir oğlu var. İşte bu çocuk için enstitütris’e cidden muhtacız. Bir bunak mürebbiyemiz vardı, geçinemedik, yol verdik. Şimdi yenisini arıyoruz. Eğer bildiğiniz bir enstitütris varsa buraya gönderiniz.”

      Bu teklif üzerine Hezar içinden şunları geçirdi:

      Bunların evvelden bir enstitütris’leri vardıysa niçin geçinemeyip savdılar? Acaba aylığını biriktirip vermedikleri için mi enstitütris bunlara adiyö etti? İşin iç tarafı ne olursa olsun… Altunyanların ihtiyar enstitütris’i şimdi boşta oturuyor. Buraya gelsin birkaç ay prova etsin. Ay bitimlerinde hakkını avucuna vermezler ise o da bir adiyö eder, çıkar işin içinden…

      Modist, mühim bir söz söyleyeceğini anlatır bir tavır alarak, kedi gibi diliyle dudaklarını yalayıp birkaç defa yutkunarak:

      “Efendim öyle bir enstitütris hemen avucumun altındadır. Sanki bu konak için bir patron üzerine kesilmiş bir kadındır. Sekiz senedir Altunyanların hanelerinde oturdu. Onda birkaç çocuk terbiye etti. Çocukları Fransızca okutturdu, yazdırttı. Öyle mükemmel bir enstrüksiyon verdi ki şimdi sanırsınız ki yavrucaklar bir işaretle sustaya duran sanki birer finodurlar. Eh vakitler malum, isimleri Altunyan ise de o familyanın altınları pek o kadar bol bolamat değildir. Madam Krike’yi yanlarından ayırt etmek istemezler. Fakat o vazifesini dibinecek görmüştür. Çocuklar büyümüştür. Şimdi bu sebeplerden başka bir kapı arıyor. Madam Krike’nin yirmi göbeğe kadar silsilesi bellidir. Onun beraberinde bir silsile ağacı vardır. Fransızca ona arbre gènèologique derler. Her yaprağı bir göbeğe alamettir ki ondan bir insan çıkar. Bu ağacın bir dalının ucuna şöyle işaret olunmuştur ki Madam Krike’nin dedelerinden birinin nièce’i44 Fransa’da Altıncı Şarl’ın kraliçesinin dame d’honneur’ü45 ile yan be yan sofraya oturmuştur. Zadegân şeydir. Fakat modestiden ayrılmaz. Fransızca enstrüksiyon’u metod ile verir. Birkaç aydan çocuklar Frenkçe bülbül gibi ötmeye başlarlar. Ben onun yanında Fransızca laf etmeye sıkılırım. Masculin’lerde, féminin’lerde hiç yanlışlık istemez. Şıp deyi insanın hatasını yüzüne vurur…”

      Övmedeki bu uzun uzadı sözleri kısa kesmek için Firuze Hanımefendi tatlı bir gülümseme ile:

      “Madam Krike’yi siz buraya gönderiniz. Hakkında ettiğiniz medihler onu bize beğendirdi. Gelsin, bizi görsün. Bakalım kendisi de buradan hoşlanacak mı?”

      “Ne deyi hoşlanmasın efendim? Sizden âlâ bir hanımefendi, bundan büyük bir kapı mı bulacaktır? Fakat Frenk olduklarından aksatalarını tırınk görmek isterler. Madde budur işte…”

      2

      Merhum Şadi Efendi Ailesi

      Boğaziçi’nin … köyündeki Şadi Efendi Yalısı beş on yıldır artık viranlaşmaya başlamıştı. Eski parlaklığını bilenlerden düşkünlüğünü gizlemek istiyor gibi o koca yapı, sarkık saçaklarını, kırık kafeslerini, dökük kaplamalarını, çarpık kapılarını sanki arkasındaki korunun koyu karanlığında bırakmak için arkaya eğik bir haraplık vaziyeti almıştı.

      Çok iri parçalarının birçoğu denize yürüyerek büyük aralıklar, oyuklar açılmış, eskiden dört beş metre olan eninin bazı yerleri şimdi ancak bir insan geçebilecek kadar dar bir geçit hâline girmiş olan o rıhtıma; vaktiyle ne parlak kayıklar yanaştığını, ne uğurlu ayaklar bastığını, o pencerelerden görünen avizelerin şaşaalı aydınlığı altında ne süslü ziyafet sofraları kurulduğunu, o taşların, o ağaçların ağzı dili olup da söyleyebileydiler, dikkatli bir kulak her kovuktan bin ibret destanı işitirdi.

      Bu yalıda oturanları beslemek için, Rumeli’deki çeşit çeşit çiftliklerden, Beyoğlu’nda, vilayetlerdeki akarlardan gelen altınlar sayıca korunun ağaçlarındaki yaprakları yarış edecek bir bollukla buraya su gibi akarken, şimdi o zenginlik hiç şüphe yok yılların devretmesiyle ve birbirini izlemesiyle gene bunun gibi bir virane hâlini alacak olan başka evlere, başka ailelere akıntısını çevirmişti.

      Yalının eski kalabalık gürültüsü artık derin, korkunç bir sessizliğe dönmüştü. Fakat şimdi korudaki kuşların ötüşü daha hazin işitiliyor, kıyının oynak dalgaları daha manalı inliyordu.

      Sarrafların, tefecilerin dalavereci ellerine geçmiş bunca akar ve irattan ellerinde kala kala bir buçuk çiftlik kalmış ve hâlâ eski servetin suyuna tirit geçinerek, ettikleri israfların kaynağını kimseye bildirmemek için ser verip de sır vermeyen Firuze Hanımefendi ile mahdumu Hami Bey yalının bir dairesini olabildiği kadar tamir ettirerek pencerelerine panjurlar taktırmışlar, çerçeveleri değiştirmişler, o koca sofaları camekânlarla böldürmüşlerdi.

      Firuze Hanımefendi on sekiz, on dokuz yaşında eşsiz bir gönül avcısı iken yetmiş beşlik bir efendinin galiba sıra numarasıyla yetmişinci olarak gerdeğine girmişti. Kızın öyle kaynar bir çağda, efendinin ise kanı donmuş bir güçsüzlük heykeli hâlinde bulunması bu evlenmeden bir çocuk olmasını düşünmeye bile kimseye cesaret veremez iken Tanrı’nın bilinemez kudreti ile senesinde dünyaya tosun gibi bir oğlan gelmesi âlemin dedikodusuna ucu bucağı bulunmaz yollar açmıştı.

      On on beş senedir hekimlerin muayenesi ile bu hususta güçsüzlüğü açıkça belli olmuş olan efendinin modern hekimlik fennini yalanlayarak dünyaya gelen bu umulmadık, bu son çocuğu ağbani46 kundak, yeşil duvakla kucağına verildiği vakit rahmetli Şadi Efendi sahiden sevinç yaşı dökerek kendisi için güçsüzdür diyen bilgisiz hekimlerin şu apaçık

Скачать книгу


<p>43</p>

Enstitütris: Kadın eğitmen. (e.n.)

<p>44</p>

Nièce: Kız yeğen. (e.n.)

<p>45</p>

Dame d’honneur: Nedime. (e.n.)

<p>46</p>

Ağbani: Üzeri turuncu iplikle işlenmiş sarımtırak kumaş. (e.n.)