Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 15

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

gene birlikte hareket edeceklerdi, sağ ve sol yanlarda yürüyeceklerdi.

      Bu emir, bir salı akşamı verilmişti, çarşamba günü silahlar yeni baştan bilendi, atlar güzelce tımar edildi, yeniçeri ve sipahi çadırlarında başlayacak savaş şerefine eğlenceler yapıldı, akıncılar tarafından at ve mızrak oyunları gösterildi ve perşembe gecesi tatlı rüyalar içinde geçirildi.

      O gün tan yeri ağarırken bütün ordu ayakta idi. Güneşle beraber Tuna kıyısında heyecanlı bir âlem doğuyordu. On binlerce akıncı at sırtında bu büyük suyu geçmeye hazırlanmıştı. Yüzme zevkini sezen hayvanlar şen şen kişniyorlardı. Kulaklarını dikerek ve kuyruklarını sallayarak Tuna’ya atılmak emrini bekliyorlardı. Büyük bir köprü, yaya askerle topların geçmesi için göğsünü açmıştı, suyun üzerinde neşeli bir yüzle uzanıp duruyordu.

      Sadrazam Mahmut Paşa da hünkâr da erkenden otaklarından çıkmışlardı, at üstünde bu geçişi seyre gelmişlerdi. Çünkü sahne, pek seyrek görülen bir manzaraydı. On binlerle alemcinin at sırtında büyük bir suyu aşması her gün veya her yıl görülebilen bir şey değildi. Bunda, bu geçişte dalgayı at ayağına çiğneten Türk gücünün göz kamaştırıcı ululuğu, yüceliği vardı. Bütün ordu gibi vezirle hünkâr da bu ululuğun, büyük bir nehir üzerinden silaha bürünerek akışını görmek istiyorlardı.

      Akıncıların o devirdeki başbuğları, o ünlü beyler atbaşı beraber hünkârın yanına gelerek fırkalarının suyu geçmeye hazır bulunduğunu söylemişler ve son emri alıp geri dönmüşlerdi. Artık orada, o iki yüz binden fazla askerin, binlerce atın, öküzün, koyunun toplanmış olduğu geniş mıntıkada derin bir sessizlik başlamıştı. Hayvanlar bile böğürlerini, melemelerini bırakmışlardı, büyük geçişi seyre hazırlanmışlardı. Yalnız akıncıların atları ön ayaklarıyla toprağı eşiyorlar, sabırsızlık gösteriyorlar ve bu hareketle o derin sessizliği taklit olunmaz bir ahenkle işliyorlardı. Güneş, doğudaki beşiğinden fırlamıştı, Türk akıncılarının dalgaları nallara nasıl çiğnettiklerini görmek için ufuktan boynunu uzatıyordu.

      İşte bu sırada, bu heyecanlı anda karşı yakadan iki kişi belirdi. Bunlardan biri önde yürüyordu, arkadakini yedekliyordu. Su kıyısına gelir gelmez öndeki biraz durakladı, ardında bulunanı omuzladı ve o yükle Tuna’ya atıldı, yüzmeye başladı. Şimdi akıncılar yürümekten geri kalmışlardı, ordunun gözü akıncılardan ayrılarak ağır bir yükle ırmağı aşmaya savaşan cesur yüzgece kaymıştı. Vezirle hünkâr dahi ister istemez bu gelişe, bu yüze yüze gelişe bakıyorlardı.

      Suya atılışı uzaktan şöyle böyle seçilebilen yüklü yüzgeç, Tuna’nın köpüklü akışı arasında bozuk düzen bir tulum gibi görünüyordu ve güçlükle seçiliyordu. Ara sıra onun sularla örtüldüğü, akıştaki hızı yenemeyerek aşağıya doğru sürüklendiği seziliyordu. Fakat yüzgeç, sırtındaki yüke rağmen ne yapıp yapıyordu, yolundan geri kalmıyordu, beri yakaya doğru kulaç atıp geliyordu.

      Akıncılar kendilerini yoldan alıkoyan bu kim olduğu belirsiz yüzgece karşı kızgınlık değil, sevgi duyuyorlardı, atlarının dizginlerini bırakarak ve elleriyle gözlerine siper alarak onun yüzüşünü beğene beğene seyrediyorlardı. Fatih Mehmet başta olmak üzere bütün orada bulunan ve manzarayı gören adamların içinde hem heyecan hem merak vardı. Ağır bir yükle Tuna’yı aşmaya savaşan adamın nereli ve neci olduğunu anlamak ihtiyacıyla kıvranıyorlardı. Fakat herkes bunun bir Türk olduğuna inan taşıyordu. Tuna’yı, bir yük altında yüze yüze geçmeyi Türk’ten başkasının başarmasına imkân mı vardı?

      İki yaka arasındaki açıklık bin metreye yakındı, suyun akışındaki hız bu açıklığı bir yüzgeç kolu için üç misline çıkarıyordu, dalgalı yolu aşılmaz bir biçime sokuyordu. Fakat yüklü yüzgeç, yaman bir inatla suyu yarıyor, köpükleri sağa sola atıyor ve ilerliyordu.

      Nihayet galebe yüzgeçte kaldı, Tuna bu geçişe boyun eğdi ve bütün ordu, çocuk denilecek yaşta bir delikanlının pos bıyıklı bir herifi sırtında taşıyarak karaya ulaştığını gördü. Artık yerden göğe doğru bir alkış gürültüsüdür yükseliyordu, binlerce ağızdan çıkan “Yaşa!”lar Tuna’nın homurtusunu susturuyordu.

      Yüzgeç, Fatih’le sadrazamın bulundukları yere yakın bir yerde karaya yaklaşmıştı. Yüküyle birlikte ayağa kalkar kalkmaz şöyle bir silkindi, silah pırıltısı içinde göz alıcı bir azamet gösteren kalabalıkla, ocoşkun alkışlarla ilgilenmedi, sırtındaki adamı yere indirdi ve onun boynuna sarılı ipin ucunu eline aldı, üzerinden şırıl şırıl su aktığı hâlde etrafına bakındı, hünkârla veziri gördü, mırıldandı:

      “İyi bir karşılaşma. Şu ağıl kokan yükü hünkâra götüreyim, dilini kerpetenle o açsın!”

      Ve yürüdü, taşıdığı yedeği de yürüttü. Ordunun gözü onu adım adım takip ediyordu. Artık herkes bu delikanlının Türk olduğunu ve bir tutsak getirdiğini anlamıştı, yalnız kendini bilen ve tanıyan yoktu. Bu bilgisizlikten ilk önce kurtulan gene Fatih oldu ve genç yüzgecin kıyıdan beş on metre uzaklaşmasıyla beraber derin bir sevinçle haykırdı:

      “Bizim küçük akıncı! Biz çapkını yerde arıyoruz. O, sudan çıkıyor!”

      Gerçekten de oydu, Kara Murat’ın kardeşiydi ve şiş üstünde çevrile çevrile kebap edilirken küçük bir inilti çıkarmayan o yiğit adamın kardeşi olduğunu apaçık gösteren bir adım atışla ilerliyordu. Sanki ağır bir yükle engin ve coşkun bir suyu aşan o değilmiş gibi çevikti, dimdikti, damarlarındaki alevli kan, Tuna’dan üzerine bulaşan ıslaklığı kurutmuşa benziyordu, görünüşü o kadar tabiiydi.

      Küçük akıncı, Fatih’in önüne kadar geldi, eğilmeden selamladı.

      “Ulu hünkâr!” dedi. “Sana bir tutsak getirdim. Voyvodanın kafasını getirecektim ama olmadı, herif mızraktan bir ormanın ta ortasında yatıyor. Bir türlü süzülüp yanına varamadım, kelleyi boş yere kaptırmamak için de o çelik ormanın kıyılarında çok kalamadım, şu pos bıyığı yakaladım, döndüm.”

      Fatih sordu:

      “Voyvodanın bulunduğu yere kadar vardın mı?”

      “Varmaz olur muyum hiç?.. Aklım, fikrim zaten onda. Belki boş bulunur da yakasını bana kaptırır sandım ama umudum boşa çıktı.”

      “Peki, o teres nerede?”

      “Bükreş’e yakın bir yerde duruyor, başında hayli kalabalık var.”

      “O kalabalık kaç kişi ola?”

      “Belki yirmi bin, belki kırk bin baş. Fakat daha iyisini bu pos bıyık bilir.”

      Fatih biraz düşündükten sonra Küçük Mustafa’ya şunları söyledi:

      “Malkoçoğluyla, öbür beylerle görüştük, Eflak topraklarında akın yapılmamasını doğru bulduk. Çünkü bu ülke benimdir, hırpalanmasını istemem. Onun için savaş yapacağız, akın yapmayacağız. Voyvoda teresini bu suretle belki daha kolay yakalarız. Sen de yanımda kal, savaş yoldaşı olalım. Bakalım hangimiz daha iyi at oynatıyoruz.”

      Bu söz,

Скачать книгу