Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 16

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

geciken sahne şimdi bütün ululuğuyla, yüceliğiyle açılıyordu. Verilen işaret üzerine akıncılar kol kol Tuna’ya atılmışlardı, atla suyu aşmaya başlamışlardı. Ordu yeni baştan nefesini tutmuştu, serdengeçti doğup serdengeçti yaşayan ve öyle de ölen akıncıların akışına bakıyordu.

      Türkler “At süvarisini tanır.” derler. Eğer “At Türk’ü tanır.” deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı. Çünkü ata birçok okuryazar insanlardan daha ince bir seziş aşılayan Türklerdir. Hele bir akıncı altında at, tepeden tırnağa kadar duygu olmuştur. Bu Tuna geçişinde de o hakikat canlanıp duruyordu. Her at, tabiatı yenmek hırsıyla hareket eder gibi görünerek Tuna’yı göğüslüyordu. Su ile at arasındaki bu mücadelede akıncıların rolü ancak düzeni, sırayı bozmamaktan ibaretti. Onar kişilik birer dizi hâlinde ve fakat yan yana on iki ayrı dizi olarak suya giren akıncıların art arda teşkil ettikleri sıralar düzineleri geçiyordu. Öyle iken ne yan yana ne de art arda sıralanan dizilerde küçük bir düzensizlik göze çarpmıyordu. Yan yana yürüyenlerin arasındaki açık azalıp çoğalmadığı gibi arkadaki atların başları öndekilerin kuyruğunu bir santim geçmiyordu, su içinde ve yüzen hayvanlar üstünde çizilen bu hendesi22 nizam, bu pergelleri imrendirecek tenasüp Tuna’nın sırtında, yürüyen bir tablo güzelliği yaratıyordu.

      Almanların yaya ve atlı askerlerine temin ettikleri yürüyüş birliği bütün dünyaya örnek olmaktadır. Asker yaratılmamış milletlerin de onları taklit ederken ne kadar gülünç olduklarını ara sıra sinemalarda görüyoruz. Eğer on beşinci asırda fotoğrafla resim veya film alınabilseydi akıncıların atla su geçişlerindeki nefis ve estetik nizam, Alman ordu yürüyüşünü de belki bize gülünç gösterirdi.

      Bu geçişin zevkini iliklerine kadar tadanlar gene Türklerdi. Geride kalan ordu, düz bir çimenlik üzerinde ağır ağır yürür gibi sırayı ve sıra aralıklarını bozmadan suyu aşan akıncıların ne yaman bir hüner gösterdiklerini pek iyi anlıyordu ve kardeş ruhunda, kardeş bileğinde beliren bu hüneri seyrederken yüksek bir kıvanç duyuyordu. Suyu böyle geçen bu kahramanların dağları da aynı biçimde aşacaklarını düşünmek o kıvancı yükselttikçe yükseltiyordu. Akıncıların karşı yakada karaya çıkışları da seyrine doyulmaz bir sahne teşkil ediyordu. Boyunlarına kadar suya gömülü atların toprağı görür görmez gerdanlarını uzatışları, boylarını yükselterek karaya adım atışları, yenip geçtikleri suya “Geçmiş olsun!” der gibi başlarını döndürüp bakışları, neşeli neşeli kişneyişleri ayrı ayrı birer güzellikti. Venüs’ün denizden doğuşunu heykeliyle canlandıran ve o efsaneyi gerçekleştiren sanatkâr, eğer şu akıncıların sudan karaya çıkışlarını görseydi mutlaka yaptığı heykeli kırardı, bu hakikati mermerleştirmeye savaşırdı.

      Saatlerce süren bu nefis manzara nihayet kapandı ve ordunun ağırlıkları, topları da aynı zamanda köprüden beri tarafa geçirildi, çadırların, otakların kurulmasına başlandı ve sıra yeniçerilere geldi. Hünkâr, artık çekiliyordu, bir sayvan altında dinlenmeye gidiyordu. Bir aralık gözü, saray adamları arasında ve yaya yürüyen Mustafa’ya ilişti, gülerek sordu:

      “Bu nasıl akıncılık babayiğit. Ne atın var ne ipin. Yoldaşların uçarken sen taban çalarak mı onlara erişeceksin?”

      “İpimi bizim pos bıyığa doladım, palam işte belimde. Atım da Vidin’de. Düşmanın tek başına böğrüne sokulup dil (esir) alan adam yaya yürür. Fakat akına başlarsak Allah kerim. Elbet ben de sırtına atlanacak bir küheylan bulurum.”

      Ve sonra hünkârdan izin istedi:

      “Devletlu vezir benim tutsağı aldı, götürdü. Onu söyletirken ben de bile bulunmak isterim. Belki işime yarar haberler verir. Onun için beni biraz bırak. Olmaz mı ulu hünkâr?”

      Kendisiyle bir arkadaş gibi konuşan bu küçük adam, gittikçe Fatih’in gözüne giriyordu. Eski Türk töresinden, âdetinden yavaş yavaş uzaklaşan, Bizans törenlerini benimsemeye başlayan hünkâr, Türk dili kesecek ve Türk boynunda kılıç bileyecek kadar almış yürümüş değildi. O güne kadar yalnız küçük kardeşini ve bir de Sadrazam Halil Paşa’yı öldürtmüştü. Henüz gelişigüzel Türk kanı dökmüyordu, hele akıncı, sipahi, yeniçeri gibi kellelerini koltuklarında taşıyan savaş erlerini incitmekten büsbütün çekiniyordu. Bundan ötürü küçük Mustafa’nın kendisine ulu orta söz söyleyişini hoş görüyordu, hatta bundan zevk alıyordu. Onu büyük ve çok büyük bir işte kullanmak isteyişi de bu hoş görüşü ayrıca gerekleştiriyordu. O sebeple yiğit delikanlının dileğini gülerek kabul etti:

      “Hayhay, küçük.” dedi. “Mahmut’un yanına git, sorguda bulun, ne duyarsan gel, bana anlat.”

      Biraz sonra Mustafa, sadrazamın sayvanında idi, yere bağdaş kurup ta Bükreş önlerinden yakaladığı ve yedeğinde buraya kadar getirdiği tutsağa yapılan soruyu dinliyordu. Ulahlı esir, gerçekten ağıl kokan bir adamdı. Ömründe gömlek değiştirmemişe, su yüzü görmemişe benziyordu. Fakat yaman bir inadı da vardı. Adının Mihal olduğunu, Praşova köylülerinden olup son günlerde voyvoda tarafından silah altına sürüklendiğini ve birçok çocuğu ile yirmi domuzu, elli koyunu bulunduğunu söyledikten sonra dilini kilitleyivermişti. Sadrazamın ne tatlı ve ekşi sözleri ne gösterdiği falaka, topuz ve satır, herifin diline vurduğu kilidi gevşetemiyordu, ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.

      Ondan öğrenilmek istenilen voyvodanın nerede bulunduğu, yanındaki askerin sayısı, topu filan varsa nerelerde bulundurulduğu gibi şeylerdi. Praşovalı Mihal, bütün bu meselelere karşı derin bir kayıtsızlık ve sessizlik muhafaza ediyordu, bilmem filan demeye lüzum görmeyerek sağır ve dilsiz gibi davranıyordu. Bir aralık Mahmut Paşa kızdı, herifi işkenceye sokmak istedi. Fakat küçük Mustafa araya girdi:

      “İtme devletlu vezir!” dedi. “Bir de ben sorayım.”

      Ve sadrazamın cevabını beklemeden soruya girişti:

      “Be herif, dilini niye yuttun? Bildiğini söylesene. Bak ulu paşa kızıyor. Olur ki derini yüzdürür. Yazık değil mi sana?”

      Mihal kendini savaş gürültüsünden, Türklerle silah silaha çarpışmak felaketinden kurtarmış olan küçük akıncıya şükran dolu bir bakış attı, içini çekti.

      “Söyleyemem ağa!” dedi. “Hiçbir şey söyleyemem. Ne anlamak istediğinizi anlıyorum, sorulan şeyleri de biliyorum. Fakat söylemek elimden gelmez.”

      “Niçin?”

      “Çünkü yerin kulağı vardır. Bir gün olur da bana yaptırmak istediğiniz gevezelik voyvodanın kulağına giderse beni kazıklar.”

      “Biz de kazıklarız. Bunu düşünmüyor musun?”

      Mihal güldü.

      “Siz…” dedi. “Eli kolu bağlı bir adamı öldürmezsiniz, öldüremezsiniz. Çünkü Türk’sünüz. Fakat voyvodanın ne dini vardır ne de imanı. Beni söyletmeden kazığa vurur yahut ateşte çevirte çevirte öldürür.”

      Küçük Mustafa bu karşılık üzerine sadrazama döndü, yalvardı:

      “Bunu artık sıkıştırmayalım, bırakalım. Çünkü

Скачать книгу


<p>22</p>

Hendesi: Geometrik. (e.n.)