Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

ve karşılaşınca candan sevinç gösterdiği yiğit bir delikanlıyı kolay kolay kıramazdı. Aynı zamanda Mihal’in sözleri onun da içine bir acıyış getirmişti. Bu sebeple sorguyu bıraktı, Mihal’i alıp götürebileceğini Mustafa’ya söyledi, kendi de ordu işleriyle uğraşmaya koyuldu.23

      Küçük akıncı, at uşağı yapacağını söylediği pos bıyık tutsakla hünkârın bulunduğu yana yönelince orada da göçün başladığını gördü, Fatih de artık karşı yakaya geçiyordu. Mustafa büyük bir kalabalık arasında hünkârın atlanıp yürüyüşünü seyre daldı ve mırıldandı:

      “Hem beni konuk yapmak ister hem başını alır, savuşur. Binbir ayağın bir topuk üstünde döndüğü bir yerde ben kendimi nasıl hatırlatırım?”

      Fakat Fatih onu unutmamıştı. En yakın adamlarından birine ısmarlamıştı. Nitekim küçüğün kendi kendine söylenmesi henüz bitmeden o saraylı boy gösterdi.

      “Mustafa Bey!” dedi. “Öbür yakada çadırın hazırlanıyor. Ulu hünkârın misafirisin, orada kalacaksın.”

      O, bir saat sonra kendi çadırındaydı. Hünkârın yolladığı güzel bir palayı gözden geçiriyordu. Mihal de karşısında el pençe divan duruyordu. Pala, ne altınla bezenmişti ne elmasla süslenmişti. Bir akıncıya yarar biçimde olup bütün güzelliği demirine iyi su verilmiş olmasında ve keskinliğindeydi. Mustafa, öpen bir gözle bu nefis armağanı evirip çeviriyordu.

      Hünkâr ona bir de at yollamıştı. Genç, dinç ve kıvrak bir at. O da çadır kapısında bağlı duruyordu. Mustafa bir akıncı için cihan değer şeyler olan bu armağanlardan dolayı büyük bir sevinç içindeydi, hünkârın kendine yaptırmak istediği işi artık benimsemeye başlamıştı.

      “Evet!” diyordu. “Bu adam yüreğimi çeldi. Kardeşimin öcünü aldıktan sonra onun dediğini yapmalıyım. Çünkü beni borç altına düşürdü.”

      Bir aralık palasıyla atı hakkında Mihal’in de düşüncesini öğrenmek istedi. Böyle şeylerden zevk almadığına inan beslediği şu tutsağın göstereceği bilgisizlikle ve savuracağı sakat mülahazalarla eğlenecekti. Bu emelle başını ona çevirdi ve birden kaşlarını çattı. Çünkü Mihal’in kendine dikilen gözlerinde acıyan bir bakış sezmişti.

      Acınmaya layık görülmek bir Türk’ü çıldırtır. O anlamı taşıyan bir bakış ise herhangi bir akıncının ciğerini deler. Zira kendine başkalarını acındıran adam, acze düşmüş demektir. Hâlbuki Türk, acze düşmemek kudretini taşıyarak yeryüzüne inmiştir ve akıncılar ancak bu kudrete dayanarak yeryüzüne yayılmışlardır.

      Küçük Mustafa da anadan doğma bir akıncı idi, kendine acıyarak bakılmasına dayanamazdı. Bundan ötürü sert sert sordu:

      “Bre ağıl kokan, ne diye bana böyle bakıyorsun?”

      Herif, biraz düşünür gibi davrandı, sonra içten gelen yanık bir sesle karşılık verdi:

      “Sana acıyorum delikanlı. Ölüme doğru kör körüne gidiyorsun…”

      Gözün yapmaya çalıştığı hakareti dilin apaçık haykırması Mustafa’nın sinirlerini oynattı ve genç akıncı, pos bıyık tutsağın yakasına yapışarak onu köksüz bir ağaç gibi salladı, ürkütücü bir sesle haykırdı:

      “Bre ağıl çocuğu! Sen kim oluyorsun ki bana acıyasın! Üstelik önüme ölüm koyasın?..”

      Herif, böbreklerini yerinden koparıp ağzına getirecek kadar sert olan bu tartaklamanın acısıyla inlerken fikrini de kekeliyordu:

      “Voyvoda size pusu kuruyor, siz ayağınızla o pusuya doğru gidiyorsunuz. Ben bunu söylemek istedim.”

      Voyvoda ve pusu sözü küçük akıncının pençesini gevşetti, Mihal de böbreklerini kusmaktan kurtuldu. Fakat Mustafa onun yakasını henüz koyuvermemişti, soruyordu:

      “Demin Mahmut Paşa’nın önünde ağız açmıyordun, şimdi gevezeliğe kalkışıyorsun. Voyvoda korkusunu beni korkutmak için mi unuttun?”

      “Hayır yiğit Türk, hayır. Voyvoda korkusu içimden çıkmadı. Fakat onun sana kıymasını istemediğim için bildiğimi söylemeye kalkıştım.”

      “Demek onun bize pusu kuracağını biliyorsun?”

      “Ben orta çorbacısı gibi bir şeyim. Eğer yakalanmasaydım, üç beş yüz kişiye başbuğluk yapacaktım.”

      “Bu kılıkla mı?

      “Sen kılığa bakma, çıplaklar içinde don giyen bey sayılır. Körler arasında şaşıların hünkâr tanılması gibi. Sonra ben bir boyarım. Sen beni pek kolay yakaladın. Kim olduğumu tanımadın. Eğer beni işkenceden, belki de ölümden kurtarmasaydın, kendimi gene belli etmezdim. Yaptığın iyilik içime bir değişiklik getirdi. Kurulan pusuda senin de ölüvereceğini düşünüp acıdım, bildiklerimi ortaya döktüm.”

      “İyi yaptın ama bir aksak tarafın var.”

      “Nedir bu aksaklık yiğidim?”

      “Bizi pusudan korkar sanışın!.. Voyvoda pusu değil, adım başına ağ kursa bize vız gelir. Bunu sen bilmiyorsun galiba.”

      “Öyle deme yiğidim. Pusu, yaman şeydir. Daha dün Vidin paşası pusuya düşürülüp kazıklanmadı mı?”

      Küçük akıncının göz bebeklerinde sevgili kardeşinin yanık, dökük ölüsü belirdi, içine taze bir yanış yayıldı, dudakları titredi:

      “O…” dedi. “Pusu değil, büyü idi. Kızıl cinli (şarap) yutturdular, saz çalıp köçeklere göbek attırdılar, dost görünüp kancıklık yaptılar, Vidin paşasına da ağama da kıydılar. Voyvoda bizim hünkâra da akıncı beylerine de böyle bir büyü yapamaz ya. Olsa olsa derede, boğazda, ormanda, uçurumda pusu kurar. Biz böyle pusuları kolay kırarız pos bıyık.”

      “Anlamadın yiğidim, anlamak da istemiyorsun. Kurulacak pusu, bildiğin tuzaklardan değil. Voyvoda sizi uyurken bastırmak istiyor.”

      “Şuna baskın desene be herif. Sen daha tasarladığınız işin adını bilmiyorsun.”

      “Baskın ama pusulu!..”

      “Voyvoda düş görüp sayıklamış ama sen bildiğini söyle: Bizi nasıl basacaktınız?”

      “Tuna’yı geçip de yürüyüşe başladığınızın üçüncü günü gece yarısında…”

      “Biz alık alık yatacaktık, siz de üstümüze çullanacaktınız, öyle mi?”

      “Biz bir ormanda saklanacaktık, oyuklar, kovuklar içinde gizlenip izimizi belli etmeyecektik. Siz de önünüzde, yanınızda ne in ne cin görmediğiniz için gelişigüzel yayılacaktınız. O vakit pusudan çıkıp baskın yapacaktık. Voyvoda böyle düşündü ve öyle davranacak.”

      “Bunu

Скачать книгу


<p>23</p>

Bu esirin hikâyesi Angel’in Eflak tarihinde, Kalkondil’de yazılıdır. Hammer, esirin bizzat hünkâr tarafından sorguya çekildiğini yazmış olan Angel’in bu yanlışını düzeltmeyi unutmamıştır ve yanlışın nereden ileri geldiğini de anlatmıştır. O düzeltmeye göre Eflak tarihçisi, Kalkondil’in Machumetes diye yazageldiği Mahmut adını Mehmet’le karıştırmıştır. Hâlbuki aynı şekilde yazılan Mehmet’in padişah olduğu anlaşılmak -ve Mahmut’tan ayırt edilmek için Kalkondil daima rex (hükümdar) kelimesini kullanmıştır. Esir ile konuşan adamın adı üstünde bu kelime yoktur ve o hâlde sorguyu yapan Mehmet değil, Mahmut’tur.

Kalkondil, Mahmut Paşa’nın, Eflaklı esiri bir türlü söyletememesi üzerine tehdide kalkışmakla beraber “Bu adam bir ordu başında bulunsaydı büyük bir şan kazanırdı.” diye herifi takdir etmekten de geri kalmadığını yazmaktadır. (y.n.)

“Türk süvarileri, karşısında dövüşecek düşman bulamadıklarından, Eflak topraklarında gelişigüzel dolaşıyorlardı. Drakül, Moldaviye sınırı üzerinde ilkin sığındığı yeri bırakarak Macaristan’a geçmişti. Kendisi Matyas Korven’den yardım istemiş ve ümitle oraya gitmiş olduğu hâlde Macar kralı, onu zindana konulmak üzere Bulgarlara yolladı. Sultan Mehmet, iki kardeş muharebesi demek olan bu seferden yorularak gözdesi Radol’ü Eflak tahtına oturtmak emriyle akıncı kumandanı Ali Bey’i bırakıp kendisi İstanbul’a döndü.” (y.n.)