Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 21

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

isteyen papaz, erkeklerin temiz elbise giymelerini istediği hâlde kadınların çan sesini duyarak sokağa fırladıkları sıradaki kılıklarıyla Türklere görünmesini istemişti. O, yarı çıplak bir kadının en katı yüreklerde acı ve acıyış uyandıracağını ileri sürüyordu, çelik bilekli Türklerin ise pek yufka yürekli olduklarını iddia ediyordu. Hâlbuki asıl maksadı, akıncılara cemile26 göstermek ve kendisiyle öbür papazlar için bağış kazanmaktı. Türklerin herhangi bir yolla gözlerine girerse kilise hazinelerinin yerinde bırakılacağını umuyordu.

      Bununla beraber erkekler de kılıklarını değiştirmiş değillerdi. Onlar da yarı çıplaktı ve hemen hepsi don gömlekle alaya girmişlerdi. Bundan ötürü de Laybah dışında yer alan, Türkleri karşılamaya hazırlanan bu dişili erkekli kalabalık gerçekten bir dilenci sürüsünü andırıyordu. Onların başında bulunup büyük üniformasını, sırmalı cübbesini sırtına geçirmiş olan başpapaz da açlara yol gösteren tok bir adam gibi orada yakışıksız kalıyordu.

      Herkesin gözü ileride, alevleri görünmez olup yalnız dumanları uçuşan geceki ışığın belirdiği yollardaydı. Bir yarım geceyi gündüze çeviren o ışığın doğduğu yerlerden şimdi Türkler doğacaktı. Onlar kendilerine yakışan bir tan yeri yaratmışlar ve doğmak üzere bulunduklarını saatlerce önce müjdelemişlerdi. Artık bu müjde gerçekleşmek üzere bulunuyordu.

      Fakat nasıl?.. İşte dişili erkekli bütün Laybahlıların düşüncesi buydu. Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı, Alp Dağları’nın yalçın kollarını, Dravaları, Gaylları umulmaz bir hızla aşarak, gelişlerini ileriye haykıracak sesleri de geçerek buralara ulaşan Türkler ne biçim adamlardı?.. Onlara bütün Avrupa kurtlar diyorlardı. Fakat bu kurtların milyonlarca insanı küçük düşüren, küçüklüklere alıştıran yaman mahluklar olduğunu da yine o Avrupa pek iyi biliyordu. Laybahlılar aynı bilgiyi taşımakta ve işte o kurtlar önünde her küçüklüğü kabul etmeye hazırlanmış bulunmakla beraber, gene merak etmekten kurtulamıyorlardı. Çünkü Türklere kafalarında bir yüz, bir boy, bir kılık veremiyorlardı.

      Orta Çağ’ın henüz kapandığı, kapalı ruhların henüz açılamadığı, Avrupa’nın koyu ve kara bir bilgisizlik içinde kıvranıp durduğu bir devirde Laybah halkının Türkleri insandan üstün bir mahluk gibi tanımalarını ve onlara kendilerinden başka bir yüz ve endam çizmeye çalışmalarını tabii görmek lazım gelir. O günün Fransa’sı Roland şarkılarını ırlamakla yiğitliğe özlemini açığa vurup duruyordu. Hâlbuki tek bir Türk’ün yüz Roland’dan üstün olduğuna yine Fransa inan getirerek yavaş yavaş Türklerden himaye aramak yollarına dökülüyordu. Laybahlıların Türk akıncılarını karşılamaya çıktıkları günden seksen yıl sonra Fransızların Kanuni Süleyman’a sığınmaları işte o inandan doğma bir harekettir. Yine o günlerde bütün Almanya Minezenger, Mister Zenger adı verilen şarkılardan başka ruha yiğitlik aşılayacak bir söz duymuyordu. O şarkılarda canlandırılmak istenilen bahadırların, şövalyelerin değeri ise Türklerin Laybah önüne kadar gelişleriyle belli olmuş bulunuyordu.

      Demek ki onların Türk’ü başka bir biçimde zannetmekte hakları vardı. Çünkü Türk’ü görmemişlerdi ve Türk’ün yaptıklarını yapan insanlara tesadüf olunduğunu da duymamışlardı. O hâlde kuruntuya kapılmaları tabii idi.

      Beklenen Türkler, güneş pek yükselmeden, sağlı sollu tepelerle makaslanan ovanın bir köşesinden göründüler. Belki ufak tefek taşları da göğsünde taşıyan direk direk tozlar, onların artık gelmekte olduklarını haber veriyordu. Bu tozlar, atların dörtnala yürüyüşünden ileri geliyordu ve toprağın yüreğinden kopan bir terleyişi andırıyordu.

      Evet, toprak buram buram terliyor gibiydi, sarı ve uzun bir bulut gibi göğe yükselen bu ter kümesinin ardından da akıncılar geliyordu. Laybahlıların gözü dört açılmıştı. Merak, korkuyu yenmişti. Hele kadınlar, yere değil göğe göz dikerek bekleşiyorlardı. Türklerin oradan belireceklerini umuyorlardı. Hepsi, o zavallıların hepsi, gözlerinin önünde biraz sonra beş on bin güneşin birden sıralanıvereceğini sanıyorlardı ve adları Türk olan bu canlı kanlı güneşlerden kendi içlerine dökülecek ışığın sıcaklığı ile şimdiden baygınlaşıyorlardı.

      Nihayet ilk atlı ve onun ardından bin atlı meydana çıktı, inanılmaz bir hızla süzülerek şehrin bir yanına ağdı, ikinci bin atlı aynı süzülüşle beri tarafa geçti, üçüncü müfreze Laybahlılara doğru geldi ve birden atlara çark yaptırarak düz bir sıra hâline girdi. Halk, kendilerine yan gözle bile bakmayarak şehrin sağına ve soluna ağan atlıların bu biçim davranışlarından şaşırmışlardı, toprağın göğsünden doğar gibi beliren bu aslan sürüsünün kendileriyle ilgilenmeyeceğini sanmışlardı. Kadınlar enikonu tasalanmışlardı. Çünkü umdukları ışıkta içlerinin yıkanmayacağını zannediyorlardı. Fakat üçüncü müfrezenin önlerinde yer alması üzerine bu tasa dağıldı, heyecanlı bir düş arayan gözler yeni baştan açıldı.

      Laybah ve Laybahlılar ilk defa olarak Türk görüyorlardı. Gerçi beş yüz kilometrelik dağlı, ırmaklı ve sarp geçitli bir yolu ileriye ses duyurtmadan aşmış olan şu atlılar, onların umduğu biçimde çıkmamıştı. Türk de bilinen ve tanılan insanlar gibiydi. Orta Çağ masallarında yaşatılan şövalyeler kadar bile insanlıktan dışarı bir şekil taşımıyorlardı, hele korkunç denecek hiçbir tarafları yoktu.

      Fakat bu tabiilik içinde yine bir başkalık vardı. Söz gelimi at üstünde oturuşları göz almaktan geri kalmıyordu. Bu, ne bir oturuş ne bir duruştu. At sırtında bir yarım ehramın yer alması gibi bir şeydi. Ondan ötürü de bin atlı bin yarım ehramın sıralanmasını andırarak göz kamaştırıyordu. Sonra bir yay gibi kıvrılarak kasıklara dayanan kollarda bir erkek belini iki kere saracak kadar genişlik seziliyordu. Kadınların bakışını yakan da işte bu çelik yaylardı. Hemen her kadın, kendi bellerini belki üç kere sarabileceğine inanıverdikleri bu kolların asılı durduğu vücutlarda dolaşan kanın coşkunluğunu düşünüyor ve garip bir sersemliğe düşüyordu.

      İşte bu durumda akıncılar arasından biri ilerledi, Almanca haykırdı:

      “Burada niçin toplandınız?”

      Başpapaz cübbesinin önünü kavuşturarak koştu, yeri öpecek kadar eğildi:

      “Sizi karşılamaya geldik. Laybah, candan bir dost gibi size kucak açıyor.”

      “İyi davranıyorsunuz, keşiş efendi. Çünkü biz, bize açılmayan kolları koparmayı bilen adamlarız. Rodofsvert, Nöstatadel, İg, Hoflayn bunu sınadılar, yanıp kül oldular. Senin gibi düşünmeyen keşişler de haçın kılıca dayanamayacağını Sitiç Manastırı’nda denediler, yok olup gittiler.27 Laybah, akıllı çıktı, yanmaktan kurtulmak yolunu buldu.”

      “Teşekkür ederim asilzadem. Bize canımızı bağışlamakla yüreğimizi kazanıyorsunuz.”

      “Fakat biz, yorgunluğumuzun boşa gitmesini de istemeyiz. Kılıfında kalan akıncı palası pas tutar. O pası silmek için bizi isteklendirmelisiniz.”

      “Ne yapmaklığımızı istiyorsunuz, asilzadem? İşte bütün Laybahlılar önünüzde. Dilerseniz hepsini götürün, dilerseniz bırakın. Biz, emrinize bağlıyız.”

      “Biz, boyunlarına

Скачать книгу


<p>26</p>

Cemile: Gönül alıcı davranış. (e.n.)

<p>27</p>

“İki kol akıncı Laybah ve Rodofsvert üzerine yürüdü. Üçüncü kol Kölpa Nehri kıyısında yer aldı. Kollardan biri sekiz bin, bütün Karniola’yı vuran ikinci kol ise İg kasabasıyla Sitiç Manastırı’nı yakarak yirmi bin esir aldı, Laybah önünde göründü.” (Hammer, On Altıncı Kitap) (y.n.)