Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

iliğine kadar işleyen mal acısıyla ne dediğini bilmeyerek kekeledi:

      “Halka ilişmeyip kiliseleri mi soyacaksınız?”

      O kekelemesini henüz bitirmişti ki, akıncının yüzü bir buluta döndü ve dudaklarında bir gürleme belirdi:

      “Soymak mı dedin soysuz, soymak mı dedin? Akıncı mal mı uğrular28 teres?..”

      Ve papazı yakalayarak göğsünün hizasına kadar kaldırdı, boş bir çuval silker gibi hızlı hızlı salladı, sonra yere fırlatıp attı.

      “Elindeki haç…” dedi. “Ya kılıç ya bıçak olmalıydı. O vakit dilini keserdim, parça parça sana yuttururdum! Sen de soymak nedir, soygun nedir, soyucu kimdir, anlamış olurdun!”

      Başpapazın dili tutulmuştu, dizleri tutmaz olmuştu. Birkaç kemiği de belki kırıktı. Düştüğü yerde kıvranıp duruyordu. Almanca konuşan akıncı onunla ilgili görünmedi, atını biraz daha ileri sürdü, bütün Laybahlıların işiteceği bir sesle şunları söyledi:

      “Bizi buralara getiren Kropa kontlarıdır. Biz Türklerde kont, dük, baron filan yoktur. Her Türk kendi evinin hünkârıdır ve birbirinin hizmetkârıdır. Lakin sizin bir sürü efendileriniz var. Kropa kontları da onlardan. Bu efendileriniz yine kendileri gibi halkın sırtından geçinen Frankipan kontları ile geçinemiyorlarmış, boğazlaşıp duruyorlarmış. Bize kâğıt ve adam yolladılar, buraları altüst etmekliğimizi dilediler. Çiftlik sahibi kendi korularında kuş, kendi sularında balık avlamaya izin verdikten sonra bunu fırsat saymamak alıklık olur, değil mi? Biz de alık sayılmamak için atlandık, Laybah’a kadar geldik.”29

      Dükleri, baronları, kontları anarken uşakları, seyisleri dile alıyormuş gibi davranan, her Türk’ün bir hükümdar olduğunu söyleyen bu akıncı, başpapazı sırmalı cübbesi içinde tavşan ölüsüne çeviren bu adam, bütün Laybahlıların gözünde bir tanrı ululuğu alıvermişti. Çünkü bir dük, bir baron, bir kont, Allah’la insan arasında bir şeydi. Orta Çağ Avrupa’sında söz onlarındı, hüküm onlarındı, keyif onlarındı. Dük, baron ve şövalye olmayan bir Avrupalı nihayet bir köle olup, doğduğu günden ölüp kurtulduğu güne kadar sırtından asilzade kamçısı eksik olmazdı, bütün ömrü bir şatoyu şenlendirmek için didinmekle geçerdi. Yine bir Orta Çağ Avrupalısının yeryüzünde hiçbir hakkı, hatta sevmek hakkı yoktu. Onlar gerçi evlenirlerdi. Lakin aldıkları kadınların yalnız nikâhı kendi boyunlarında kalıp kolları asilzadelerin omuzlarında halkalanırdı. Bir dük, bir baron, asil olmayan herhangi bir yurttaşının ağzına bir dilim taze ekmek vermekte çok cimri davranırdı. Fakat aç ve çıplak yaşattığı o yurttaşa birkaç piç tedarik etmekte çok cömert hareket ederdi.

      Şu akıncı işte bu asilzadeleri anarken tükürür gibi kelime kullanıyordu. Yalnız bu kadarla da kalmıyordu. Asaleti kutsileştiren, asilzadeyi yücelten kiliseyi de yumruklayabiliyordu. Kilise ve asalet evlenmiş, birbiriyle içli dışlı olmuş bir çift gibiydi. Papaz, asilin Allah’a yakınlığını söyler, asilzade de papazın göbek yapmasına, ense şişirmesine yardım ederdi. Haçla kılıcın el ele vermesinden kilisenin egemenliği, asaletin efendiliği doğmuştu ve halk bu içtimai piçlenmeyi kutlulamak için iki kapıya bağlı köle durumuna girmişti. Şimdi bir akıncı, bütün Avrupa’da kölelik yaşatan kiliseyi sülük olarak tarif ediyordu. Bu, Allah namına çan çalan kiliseden daha kudretli olmak demekti.

      Halk, Almanca konuşan Türk’ü dinlerken böyle düşünüyordu ve çanları susturan bu sesteki ululuğa karşı içten gelen bir saygı ile diz çökmeye hazırlanıyordu. Akıncının kısa bir ara verdikten sonra gene söze başlaması, hazırlanan secdeyi yarım bıraktırdı ve kulaklar, gene ocesur ağıza dikildi.

      “Evet, Laybahlılar! Biz buraya çağırıldığımız için geldik. Bir kez yola çıkmış bulununca atlarımızın dizginini bırakıvermemek elimizden gelmezdi. Onun için buralara kadar ulaştık. Eğer kapılarınızı kapalı bulsaydık, yuvalarınızı başınıza yıkardık. Bizi selamlamaya çıktığınız için canınıza, malınıza ilişmeyeceğiz. Yalnız kiliselerinizde ne varsa alıp götüreceğiz. Çünkü papazların topladığı altınlar, gümüşler, uğrulanmış mallardır. Onları Tanrı adına alıyorlar. Hâlbuki Tanrı ne yer ne içer. Bizim bildiğimize göre altın, gümüş de kullanmaz.

      Demek ki keşişler yalan söylüyorlar, sizi dolandırıyorlar. Biz akıncılar haramilik, yolkesenlik, dolandırıcılık, uğruluk edenleri de uslandırmayı, şundan bundan çalınanları onların ellerinden almayı borç biliriz. Böyle yapmakla o gibilerin bir daha bu işi işlemesinin önüne geçmiş olacağımızı umuyoruz.”

      Ve halka parmak ısırtan bir felsefe yürüttü:

      “Kilise çıplak kaldıkça insanların sırtı açık kalmaktan kurtulur. Keşişin açlığı halkın doyumudur.”

      Laybahlıların bir kısmı İslav’dır, çoğu Alman’dır. Fakat hepsi Almanca bilir. Böyle de olmasa akıncının sözleri, her kafada anlaşılacaktı. Çünkü onun durumu, bütün o halkın benliğinde bir değişiklik yapmıştı, idraklerini açmıştı. Hepsi, istisnasız hepsi, kilisede Latince okunan İncil’den ziyade bu Türk’ün dilini anlayacaklardı. Hâlbuki o, sözünün anlaşılmasını isteyen bir Tanrı gibi davranıp halka kendi dilleriyle söz söylüyordu.

      Mallarına, canlarına ilişilmeyeceğine birkaç kere söz verilmesi, asilzadeler elinde canları yanmış, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış olan bu halka büyük bir ikram sayılmazdı. Onlar, ölmemek şartıyla, her eziyete katlanabilirlerdi. Fakat kendilerini soyan kiliseye ders verileceğinin söylenmesi onların yüreğine sevinç doldurmuştu. Her biri Tanrı heybeti taşıyan akıncıların, yüzü görünmeyen bir Tanrı adına doyup kanmadan soygun yapan papazları nasıl kusturacakları da halkın ayrıca merakını kımıldatıyordu.

      Akıncı biraz düşündükten sonra halka şu emri verdi:

      “Haydi yürüyün, güle güle evlerinize çekilin. Laybah’ı kuşattık ama hırpalamayacağız. Yalnız keşiş evlerini dolaşıp döneceğiz.”

      Kadınlar, umdukları şeyin olmayışına, bir belki iki ve belki üç kere saracak kadar uzun görünen şu çelik kolların kendi bellerine dolanmayışına hayıflanıyorlardı. Başlarını arkaya çevire çevire yürüyorlardı. Yine yerinde kalan akıncı, şimdi başpapazla konuşuyordu:

      “Ey, yattığın yeter. Kalk da bize kılavuzluk et, sizin çanlı sarayları görelim…”

      Ve yüzünü, küçük bir kımıldanış göstermeden, sıra sıra durup sahneyi seyretmekte olan akıncılara çevirdi.

      “Yoldaşlar!” dedi. “Laybah’ı şöyle bir dolaşıp çıkacağız. İleri, fakat çok yavaş!..”

      Şimdi atların yürüyüşü, başpapazın adımına uydurulmuş gibiydi. Uçmaya alışkın hayvanların, yürümesini şaşıran şu sarsak keşişi çiğnemek şöyle dursun, geçmeyecek kadar dikkatle ilerleyişleri gerçekten görülecek bir manzaraydı.

      Laybahlılardan evlerine girebilenler pencerelere asılarak, henüz evlerine erişemeyenler de kaldırımlara sıralanarak bu geçişe bakıyorlardı.

Скачать книгу


<p>28</p>

Uğrulamak: Hırsızlıkla ele geçirmek, çalmak, sirkat etmek. (e.n.)

<p>29</p>

“Türkleri, Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kropa kontları çağırmıştı. Bunun üzerine akıncılar, Hırvatistan’ı geçerek Karniola’ya girdiler, Laybah’a geldiler.” (y.n.)