Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 19

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

işleyen kılıçların yarattığı ses, bir böğürme ve kişnemeden ibaretti. Ortada kolu düşen, budu parçalanan, yüreği delinen insanların çıkardığı inilti yoktu. Göz kızgınlığı ile ilkin bu tuhaflığın farkında olmayan baskıncılar biraz sonra atlardan yuvarlanmaya, boynuz veya çifte yemeye başlayınca Türk askerine değil, develere ve öküzlere baskın yaptıklarını anladılar, dört yana dönerek bu çıkmazdan kurtulmaya savaşır oldular. Rahatsız edilen obinlerce hayvan böğürerek, öğürerek dolaşıyorlardı, önlerine rast gelen baskıncıyı ısırıyorlardı, boynuzluyorlardı, çifteliyorlardı.

      Bu kargaşalık sırasında Türk çadırları birden aydınlanmıştı, binlerce meşale gecenin karanlığını yırtarak iki tarafı birbirine göstermişti. Uykuda sanılan Türklerin ayakta ve hücuma hazır vaziyette görünmeleri baskıncıları büsbütün şaşırttığından hemen hepsi selameti kaçmakta arıyordu. Göz önündeki kılıç, uzaktaki kazıktan daha korkunçtu. Bundan ötürü de kaçmak, hiç durmadan kaçmak isteniliyordu.

      Fakat bir akıncı fırkası, Mihal oğlu Ali’nin kumanda ettiği fırka, küreyi sessiz, gürültüsüz sarıveren bir gece gibi, o karanlıkta baskıncıları çevirmişti. Yeniçeriler de yatağanları ve palaları sıyırarak, ağırlıkları aşarak ilerliyorlardı. Kurtuluş güçtü, belki de mümkün değildi.

      Durumun böyle bir biçim aldığını, kapana tutulan Eflaklıların çok gerilere yetişen vaveylalarından anlayan Vlad, saçını başını yolmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde Yaksiç’e yalvarıyordu:

      “Kaçalım, durmadan kaçalım!”

      Aynı zamanda bir elinde pala, bir elinde meşale olduğu hâlde Eflaklılar arasında dört yana at koşturan bir genç, bizim küçük Mustafa, her yeniçeriye, her akıncıya şu dileği haykırıyordu:

      “Voyvodayı bulan öldürmesin, Allah aşkına öldürmesin! Çünkü onunla görülecek hesabım var!”

      Küçük akıncı, eli kolu bağlı adamları ateşe atan, şişte çeviren, kazığa vuran Vlad’ın, kendi ordusu başında bulunacak kadar cesur olduğunu sanıyordu ve bu sanışla fırıl fırıl dönerek düşmanını arıyordu. Hâlbuki atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere bulunuyordu.

      Gün doğarken baskıncıların işi bitmişti, ortada küme küme cesetten başka bir şey kalmamıştı. Fakat ne hünkâr ne de küçük Mustafa, bu gece savaşının sonucundan memnun değillerdi. Çünkü Vlad ele geçmemişti ve onun baskına iştirak etmeyerek geride kaldığı anlaşılmıştı. Bu durumda yapılacak tek bir iş vardı: Kovalamak. Hünkâr hemen emir verdi, bir akıncı fırkası ileriye atıldı, tozu dumana katarak, mesafeleri nal gürültüsü içinde silik ve sezinmez bir biçime sokarak Eflak topraklarına yayıldı. Dağları aştı, ovaları dolaştı, Moldavya sınırına kadar ulaştı, Vlad’ı bulamadı. Çünkü o, at üstünde at değiştirerek Macar toprağına can atmıştı, bir köye sığınıp Kral Matyas Korven’e kâğıt yollamıştı, yana yakıla başına geleni anlatarak yine yardım dileniyordu.

      Fatih, Bükreş’in ilerisine kadar ordusuyla yürüdükten sonra akıncıların dönüşünü bekledi ve Vlad’ın kaçıp kurtulduğu haberini alarak son derece üzüldü.

      Hele küçük Mustafa’nın dönen akıncılar arasında bulunmaması büsbütün canını sıktı, geriye dönme emrini verdi. Cellat voyvodanın şurada burada kurduğu kazık ormanlarını ordusuna seyrettiriyor ve yapılan seferin kime karşı olduğunu bu suretle askerin zihnine daha kuvvetli surette yerleştiriyordu. Ordu Tuna’yı aşmak üzere bulunurken bir Macar atlısı yetişti, Fatih’e bir kâğıt sundu. Bu, Demitriyos Yaksiç’tendi ve Voyvoda Vlad’ın, Macar kralı haşmetlu Matyas Korven Hazretleri tarafından Belgrad zindanına yollandığını müjdeliyordu.24

      Fatih bu haberin Bükreş’te voyvodalık tahtına oturtturulmuş olan Radol’e bildirilmesine emir verirken Mahmut Paşa’ya şunları söylemekten geri kalmadı:

      “İşte biri tahta çıkan, biri zindana giren iki kardeş ki karşılaştıkları gün birbirini öldürmekte tereddüt etmeyeceklerdir. Hocaların cife25 dedikleri dünya, hakikatte cife değil, vicdanları körleten, yürekleri karartan bir sihirbaz. Onun bizi de baştan çıkarmamasına dua edelim.”

      Ve sonra dalgınlaşarak mırıldandı:

      “Bizim küçük akıncı Allah vere de bir kazaya uğramasa. Yoksa şu amca oğlu zırıltısı büyüyüp can sıkan bir gürültü olacak!”

***

      Laybah’ın bütün kilise çanları, korkulu ve ortaklaşa bir düş görmüşler gibi birden titremeye, birden haykırmaya başlamışlardı. Gece yarısından biraz sonra herkes uyurken bu haykırış Laybah halkını yataklarından sıçratmış, sokaklara fırlatmıştı. Herkes, İsa’nın oşehirdeki yirmi ağzını birden açarak bağırmaya koyulmasındaki sebebi araştırıyor ve gözlerini ovuştura ovuştura köşeden köşeye koşanların yüzlerinde tatlı uykularını sakatlayan bu gürültülü haykırışa karşı bir kızgınlık dolaşıyordu.

      Bununla beraber halkın yüreği de titremiyor değildi, gece yarısı bağıran çan, ne İsa’nın gökten inmek üzere olduğunu müjdeleyen bir ağızdır ne de Meryem’in kendi tebessümünden bir demet çiçek yayıp ümmetine armağan ettiğini söyleyen bir dildir. Böyle titreye titreye haykıran çanlar ancak felaketi haber verir. Laybahlılar bunu bildikleri için korkuyorlardı, kelimesiz bir haykırıştaki anlamsızlıktan ötürü de ister istemez kızıyorlardı.

      Yatak kılığıyla sokağa fırlayan kadınlar gecenin kara tülleri arasında uzun müddet kalmaktan utanç duyarak bir ayak önce kapalı bir köşe bulmak istiyorlar ve kiliselere doğru koşuyorlardı. Çıplak topuklar üzerinde beliren bu beyaz telaş, erkeklere de gidilecek yolu gösteren bir ışık oldu ve bütün halk, biraz sonra kilise avlularına doldu.

      Çanlar yine haykırıyor ve bir kelime duymak ihtiyacıyla üst üste yığılan dişili erkekli yüzlerce Laybahlıya iç zelzelesi dağıtıp duruyordu. Papazlar ortada yoktu, kiliseler koyu bir karanlık içindeydi. İsa’nın, Meryem’in resimleri, Laybah kiliselerinde belki ilk defa olarak gece görüyorlardı, ışıksız kalıyorlardı. Hayat, hareket yalnız çanlarda idi ve onları böyle delice haykırtan eller de o karanlık içinde görünmüyordu.

      Artık halkın sabırsızlığı, taşınılan korkudan da üstün çıkmak ve bu bir şey anlatmayan haykırışa karşı küfürler savrulmak üzere idi. İşte bu sırada bütün Laybah, alevden bir kucak içine alınmış gibi birden ışık içinde kaldı, her yer ve her taraf kızılla karışık bir beyazlıkla beliriverdi.

      Bir saatten beri yalnız sesleri duyulup kendileri görünmeyen çanlar şimdi asılı oldukları yerde -şişkin birer dil gibi- göze çarpıyordu; kiliseler, evler ve ağaçlar kendilerini saran karanlıktan sıyrılarak uzun veya kısa boylarıyla pırıldayıp duruyorlardı. Sanki gece birdenbire silinmişti ve güneşsiz bir gündüz doğmuştu.

      Halk, gözleri önünde beliren bu yarı kırmızı, yarı beyaz gündüzün bir mucize olduğuna inanmıştı. Yere kapanmaya, Laybah şehrini kucaklayan şu ilahi ışığı, sevinç yaşları döke döke kutlulamaya hazırlanıyorlardı. Fakat ellerin de haç, gözlerinde korku, birer birer meydana çıkan papazların titreye titreye haykırdıkları

Скачать книгу


<p>24</p>

Vlad, sanki büyülenmiş gibi ortadan kaybolduğundan Sultan Mehmet, Drakül’ün payitahtı üzerine yürüyerek Eflak içinde ilerledi. Bu şehirden biraz ileride bir nehrin suladığı ovanın başında kazıklardan bir orman dikilmiş olduğunu görünce tiksinmekten kendini alıkoyamadı. Yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde -birtakımı kazığa vurulmuş, birtakımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin insan görünüyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde -ipek ve erguvan elbisesiyle- Hamza Paşa’nın cesedi hâlâ seçiliyordu. Ciğerleri açık annelerinin yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı.

<p>25</p>

Cife: İğrenç. (e.n.)