Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

geliyordu ve önlerinde geceler devrilerek gündüzler peyda oluyordu.

      Laybahlılar ilk şaşkınlıklarını giderdikten, dermanı tükenmiş dizleri üzerinde durabilecek bir iç kudreti bulduktan sonra kiliselerin içine koşmuşlardı, aziz resimleri önünde alınlarını yerlere sürerek nuru kılavuz yapıp gelmekte olan Türklere karşı kendilerini korumaları için yalvarmaya koyulmuşlardı. Bir pulluk mumların ışığıyla aydınlanan bu aziz resimleri, ovaları, dağları ve şehirleri yekpare bir meşale gibi nur içinde bırakan Türklerin önünde ağız açacak, kımıldanacak şeyler miydi?.. Halk bunu düşünmüyordu, düşünemiyordu, kâğıt putlardan çelik bilekleri bükecek bir hareket bekliyordu.

      Şehri saran o kızıllı beyazlı ışık şimdi esmer bir tül içine giriyordu. Gece, yine Türklerin yarattığı gündüzün içinde erimiş gibiydi. Bütün Laybah yine pırıltılı bir görünüşün kucağında yaşıyordu. Lakin o kızıllı beyazlı ışık belli belirsiz bir esmerliğe sarılıyordu. Kilisedekiler, kendilerinin sırtında kümelenen, aziz resimlerini de saran o iki renkli ışık gibi bu esmer örtünün de yürüdüğünü, üzerlerine aktığını seziyorlardı. Elle tutulmayan şu yürüyen örtünün kokusu da vardı ve bu koku Laybahlıların ciğerlerine kadar iniyordu.

      Akıncıların kendilerini selamlamayan veya istenilen şeyleri -su, yem veya haber- vermeyen köyleri ateşe vermelerinden doğduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz o ışık ve duman Laybahlıların yüreklerini ağızlarına getirmekle beraber beyinlerini de felce uğratmıştı. Kimse, ovaları ve dağları tutuşturarak gelmekte olan akıncılara karşı ne yapılacağını düşünmüyordu, düşünemiyordu. Yalnız aziz resimlerine yalvarmakla vakit geçiriliyordu. Halk, bütün kiliselere dağıldığı için toplu düşünmek ve el, dil birliği yapmak da o durumda mümkün değildi. Her kilise, ayrı bir Laybah demekti ve İllyrie’nin bu ünlü merkezi, Türk korkusuyla kendi kendine parçalanmış gibiydi.

      Laybahlıları, içine düştükleri korku yüzünden gülünç görmek doğru olamaz. Çünkü papazların geldiklerini haber verdikleri kurtların, kendi şehirlerine ayak basacaklarını onlar, bütün ömürlerinde hatırlarına bile getirmemişlerdi. Böyle bir gelişe nasıl ihtimal verebilirlerdi ki, şu akın sırasında Türkler henüz Bosna’yı almamışlardı. Belgrad’ı da ele geçirmemişlerdi. Laybah’la Türk sınırı arasında en aşağı beş yüz kilometrelik bir yol vardı ve bu yolun aşılması için Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı geçmek, birçok suları ve dağları zorlamak gerekti. Alp Dağları’nın kazık adı verilen kolları bu beş yüz kilometrelik yol üzerindedir. Drava suyu yine bu yolu aşılmaz yapan engellerdendir, Gayl Nehri Drava’ya yardım için sağa sola koşup durur. Türklerin işte o koca ülkeleri, o dağları, o suları aşıp da Laybah’a ulaşmaları imkânsız bir şey sanılıyordu. Kimsenin hatırına gelmiyordu.

      Şimdi o yapılamaz denilen şeyin yapıldığını görmek, hem de ansızın ve gece uykusu içinde görmek, Laybahlıları akılsız edip bırakmıştı. Korku ile şaşkınlık el ele vererek zavallıların beynini işlemez bir biçime sokuyordu. Fakat kurt dedikleri aslanların gelip çatmaları da gittikçe yakınlaşıyordu. Onlara karşı nasıl bir durum alınacaksa vakit geçmeden kararlaştırmak lazımdı.

      Bunu, yine büyük kilisenin başpapazı hatırlayabildi, kendi mabedine toplanan halka şöyle bir söylev verdi:

      “Felaket hiç ummadığımız bir dakikada kapımızı çaldı. Bizden çok uzakta olduklarını sandığımız Türkler işte karşımıza ve evimizin eşiğine geldi. Bu geliş ne sel gelişine benzer ne de kasırgaya. Hatta tufana da benzemez. Peygamber Nuh, Allah’tan yardım görüp bir gemi yaptı, yeryüzünü kaplayan yağmur akınından kurtuldu. Eğer o peygamberi saran Türk akını olsaydı kurtuluşa imkân bulunamazdı. Çünkü Türkler, denizden yüzen gemileri de atla kovalamaktan çekinmezler. Onların elinden kurtulmak için ne mağara kovuğu para eder ne orman ovuğu. Türk’ün gözü her yeri görür ve eli her yere uzanır.”

      Dinleyenlerden biri bağırdı:

      “Peki, ne yapacağız?.. Elimizi kolumuzu bağlayıp duracak mıyız?”

      Başpapaz acı acı gülümsedi:

      “Bizim elimizi kolumuzu bağlamamıza ne hacet. Bu işi Türkler yaparlar, hepimizi ipe geçirirler, önlerine katıp götürürler. Onun için tasalanmaya hacet yok. Ben bir kilise hizmetkârı sıfatıyla İsa evinin yıkılmamasını isterim. Halk, kilisenin koyun sürüsünden başka bir şeyi değildir. O sürü bugün azalırsa yarın çoğalır. Elverir ki kilise yıkılmasın. Bundan ötürü hepinizin bayramlık kostümlerinizi giymenizi, benimle bile Türkleri karşılamaya çıkmanızı doğru buluyorum. Türk, eteğine uzanan eli kesmez. Eğer dediğimi yaparsanız Laybah yanmaktan, şu düzinelerle kilise yıkılmaktan, halk da boğazlanmaktan kurtulur.”

      Bir genç kadın yerinden fırladı, ağlayan bir sesle sordu:

      “Biz de mi kurtları karşılamaya gideceğiz?..”

      “Tabii değil mi ya? Sizin en önde bulunmanız lazım. Çünkü Türkler, kadını hiç incitmezler.”

      “Ya bizi alıp götürürlerse?..”

      “Bunu bir nimet sayıp iftihar edersiniz. Zira sizlerin götürülmesiyle Laybah yerinde kalacak ve kiliseler kurtulacak. Görüyorsunuz ya, siz, yurdun ve birkaç düzine kilisenin selametini temin eden mahluklar mevkisine yükseliyorsunuz. Bu, kolay kolay tekmelenir bir nimet midir?.. Hele Türk akıncılarının nezakette biraz daha ileri gidip de içinizden beş on kadına analık zevkini tattırmalarını düşünün. Böyle bir bahtiyarlığa karşı hepiniz, bütün Laybah kadınları yüreğinizi açmaz mısınız?”

      Kiliselere ziyan gelmemesi için bütün bir halkı köleliğe, halayık-lığa doğru sürüklemek isteyen papazın son sözleri kadınlar arasında gürültülü bir fiskos uyandırdı, kulaktan kulağa birçok kelimeler dolup boşalmaya başladı. Başpapazın Laybah güzellerine sezdirdiği Türk’ten analık hazzı almak meselesi bütün kadınların taşıdığı korkuyu gidermiş ve yerine karmakarışık duygular getirmişti. Şimdi her kadın, dağ ve su tanımayarak, en geniş ülkeleri yorulmaz bir kuş kolaylığı ile aşıveren şu kurtlardan birer yavru peydahlamak hissiyle kıvranıyor gibiydi, böyle bir saadete ermek kudreti kendilerinden sıyrılmış olan ihtiyar kadınlar da kızlarının, gelinlerinin o bahtiyarlığa ermesini, için için diliyorlardı. Çünkü şu kilisede diz çöküp aziz resimlerinden yardım uman erkeklerle, simsiyah gecelerin böğründe güneşsiz gündüzler yaratan Türkler arasındaki engin farkı, her kadın, anlıyor ve görüyordu.

      Erkekler, başpapazın sözlerinden bir iki cümleye mim koymuşlardı, kendi kafalarında onların anlamını süzgece vuruyorlardı. Akıncıların tufanlardan üstün bir hengâme yarattıklarını söyleyen başpapaz, kilisedeki erkeklerin içine dalga dalga kabaran bir ölüm korkusu aşılamıştı. Her erkek o korkunun zoru ile akın tufanından ömrünü kurtaracak bir bucak arıyordu. Bundan ötürü, onlar da papazın düşüncesini doğru bulmuşlardı. Türkleri, karşılamaya can atıyorlardı. Kadınlar için söylenen sözlerin ise o ruh buhranı, o korku buhranı arasında kulaklarında izi bile kalmamış gibiydi. Tek bir erkek, Türk akıncıları elinden analık hazzı almak hırsıyla kıvranan kadınların şu düşüncesine ilgi göstermiyordu.

      İşte Türk’ü tarihten önce ve sonra kürenin efendisi yapan sebeplerden biri de budur. Türk, ölümü tabii bulurdu, korkmazdı ve bu korkusuzluktan dolayı da yeryüzünde

Скачать книгу