Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan страница 23

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı - M. Turhan Tan

Скачать книгу

elindeki mülklerin defterini istedi ve onun getirdiği defteri yine kendine okuttu. Bu kalın hacimli vesikada neler yoktu neler?.. En başta bütün gelirleri Roma’ya gönderilen düzinelerle değirmen, bir sürü çiftlik yazılıydı. Ardından başpapazların “geçinebilmesi” için ayrılan dükkânlar, tarlalar, otlaklar, korular geliyordu. Her biri bir aileyi bol bol geçindirecek kertede olan bu mülkler yetişmiyormuş gibi başpapaza, halkın vereceği sadakalardan ayda yüz altın da cep harçlığı ayrılmıştı.

      Akıncılar kumandanı bütün bunları okutup dinledikten sonra yüzünü ekşitti:

      “Bre keşiş!” dedi. “Ne doymaz gözünüz var sizin! Koca bir memleketi midenize geçiriyorsunuz, gene kanmıyorsunuz. Şu topladıklarınızı bari biz götürelim de aklınız başınıza gelsin!”

      İşte bu sırada sokakta bir nal sesi peyda oldu ve arkasından doludizgin at koşturan bir akıncı belirdi. Kilise avlusunda iş gören başbuğ, o ses ve bu beliriş üzerine vereceği emri ağzında tutmuştu, gelen atlıya bakıyordu. O, avluya girer girmez hayvandan atladı, dizginleri koluna alarak yürüdü, başbuğun önüne kadar geldi.

      “İskender Bey!” dedi. “Sürüyü getirdik, az ötede kümeledik, ne emrin var?”

      “Onları bu gece burada alıkoyup yarın yurda doğru sürmeli!..”

      “Azıkları yok İskender Bey, yolda açlıktan kırılırlar.”

      Mihal oğullarının en genci, akıncıların pek sevgili başbuğlarından biri olan İskender Bey biraz düşündü:

      “Bre Mustafa!” dedi. “Koyunları ne diye önce yolladın. Birer birer kestirirdin, şu sürüyü doyururdun. Şimdi nidelim biz?..”

      Mustafa, bizim küçük akıncı idi. İskender Bey’in şu sözü üzerine elini avludaki pırıltılı yığına uzattı:

      “Burada bu kadar para var. Emredersen bu şehir halkından tahıl (buğday) filan satın alalım.”

      “Ben bu yığını yoldaşlara pay edecektim.”

      “Kiliseden alınmışa benziyor bunlar İskender Bey. Öyleyse haram akçedir, yoldaş kursağına girmesin. Yine bizim sürüye harcayalım…”

      “Çok gelir. Onda biri bile senin dediğin işe yeter. Üst tarafını yine pay ederiz.”

      “Beni dinlersen bey, bu paraları ya azık satın almakta kullanalım yahut dullara, öksüzlere, yoksullara dağıtalım. Yoldaşların bugüne dek kazandıkları kendilerine yeter.”

      İskender Bey gülümsedi.

      “İyi düşünüyorsun Mustafa.” dedi. “Şu keşişlerin halktan aldıklarını yine halka dağıtmak çok güzel bir iş olur. Bunu gel sen yap, sürüye azığı da sen bul. Ben yanına beş on yoldaş bırakayım, sürüyü bıraktığın yerde seni bekleyeyim. Fakat elini çabuk tut, bizi bekletme.”

      İskender Bey, yirmi akıncı bırakarak oradan ve şehirden çekildi, kıra çıktı. Küçük Mustafa’nın getirip de sürü dediği tutsaklar kümesinin yanına gitti, şehri çeviren iki bin akıncıyı da oraya getirdi. Bu sürü, yirmi bin kişilik bir kafile teşkil ediyordu. Beş yüz akıncı tarafından sevk ve idare olunuyordu.

      İg gibi, Hoflayn gibi kapılarını açmayarak akıncılara karşı koymaya yeltenen yerlerden sürülüp çıkarılmış tutsaklardı, Türk yurduna götürüleceklerdi.

      Mustafa, kendi yanına bırakılan yirmi akıncıyı beş bölüğe ayırdı, birini kilisedeki altın ve gümüş yığınının başında bıraktı, öbürlerini ayrı ayrı yollardan şehri dolaşmaya memur etti ve kendilerine şu talimatı verdi:

      “Her kapıyı çalacaksınız. Orada dul, yoksul kimse olup olmadığını soracaksınız. Eğer varsa hemen buraya gelmesini söyleyeceksiniz. Niçin diyen bulunursa para dağıtacağımızı anlatacaksınız. O sırada şöyle dört yana bakarsınız. Kapısını çaldığınız evde buğday, bulgur filan bulunacağını sezerseniz, parasıyla satın almak istediğinizi söyleyip pazarlığa girişirsiniz. Cimrilik etmeyin, bol para verin…”

      Ve birden hatırlayarak sordu:

      “Her bölükte bir dil bilen yoldaş bulunsun. Yoksa Laybahlılara gülünç olursunuz.”

      Akıncılar, Sırp’tan, Ulah’tan, Macar’dan, Alman’dan boyuna tutsak yakalamak ve onları kendi topraklarında, evlerinde çalıştırmak dolayısıyla birçok dil belleyen kimselerdi. Hemen hepsi komşu milletlerin dillerini konuşabilirlerdi. Bu yüzden Mustafa’nın şu ihtarı bir ihtiyattan ibaretti. Nitekim kendine hemen şu cevap verilmişti:

      “Merak etme Mustafa Bey, biz meramımızı anlatabiliriz, güçlük çekmeyiz.”

      Mustafa da bir bölüğün başında şehrin bir semtini dolaşıyordu. Kapıları çalarak sorup soruşturuyordu. Yoksulluğunu ileri sürerek müjdelenen yardıma koşmak istemeyen ev yok gibiydi. Fakat parasıyla bir avuç buğday yahut bulgur satacak tek bir adam çıkmıyordu. Bu, ne para hırsından ne de akıncılara azık vermemek kaygısından ileri geliyordu. Gerçekten halk yoksuldu, evlerinde satılacak buğday filan yoktu.

      Kilise avlusunda kümelenen altınlarla şu derin yoksulluğu kendi kendine karşılaştıran Mustafa, derin bir iç acısıyla başını sallıyordu:

      “Ne kötü şey, ne kötü şey! Keşişi doyurmak için aç yaşayan bir sürü adam. Bunların mı aklı yok, keşişlerin mi aklı çok. Anlamıyorum ki…”

      Bununla beraber kapıları çalmaktan, sorup araştırmaktan geri kalmıyordu. Böyle dolaşırken büyücek bir evin önüne geldi, öbürlerine yaptığı gibi bunun da kapısını çaldı. Fakat evdeki başkalık gözünden kaçmadı. Bu yuva, öbür evlere benzemiyordu. Panjurları sımsıkı kapalıydı. Yine öbür evler gibi pencerelerinde merak ve heyecan dolu gözler, eşiğinde sıralanmış adamlar yoktu. Issızlığa gömülmüştü.

      Mustafa bu başkalığa mim koyarak kapıyı bir daha ve bir daha çaldı. Ses veren olmadı. Acaba boş muydu? Bunu anlamak için komşulara başvurdu, orada Baron Linden adlı birinin oturduğunu, bu adamın seksenlik bir Ravb Ritter şövalyesi olup sokağa çıkmadığını, kimse ile görüşmediğini, yanında bulunanları da mahpus gibi yaşattığını öğrendi.

      Mustafa, enikonu meraka düşmüştü. Kendini ve çoluğunu, çocuğunu hapseden, Laybah’ta Türk akıncıları dolaşırken ve onlardan dört beş tanesi kapısı önüne gelmişken küçük bir hayat eseri göstermeyen şu ihtiyar şövalyeyi görmek, onunla görüşmek istiyordu. Bu merakla öğrendiklerini genişletmek istedi, komşulara sordu:

      “Ravb Ritter nedir ki?..”

      “Şövalyelerin en azgınları. Bunlar komşu evlerinden tut da baron şatolarına kadar her yeri soyarlardı. Yol keserlerdi, köy basarlardı. Sonra da kollarını sallaya sallaya şehirlerde dolaşırlardı. Krallar, imparatorlar, uzun yıllar bunları tepelemeye çalıştılar, çok güçlükle köklerini kesebildiler. Baron Linden, onların artakalanlarından biridir. Babası, dedesi gibi yağmacılık yapamadığı için beş on yıldan beri dünyaya küsmüştür.”

      Mustafa, bu

Скачать книгу