Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      “Onu buraya getir!”

      Madam Mari, delikanlının, kocasını görmek istemesindeki sebebi mi merak ediyordu, yoksa başka şeyler mi düşünüyordu? Bu ihtimallerin ikisi de doğruydu. Korku, ancak doğduğu yerde ve demde insanların ihtirasına, iştahına ve her türlü çirkin emellerine galebe eder. Fakat korkuyu doğuran sebeplerin kaybolmasıyla beraber, o ihtiraslar, o iştahlar, yeni baştan canlanır. Bu, cibillî olan fena temayüllerin ölmez mahiyet taşımalarından ileri geliyor. Öyle olmasaydı zabıta sicillerinde sabıkalılar sütunu açılmazdı ve ceza gören suçluların suçlarını tekrar etmelerine imkân bulunmazdı. Madam Mari de bir sabıkalı demekti. İlahi bir tehdit, semavi bir ihtar olarak telakki ettiği mahut sesler önünde büyük bir korku geçirmişken bahçıvan yamağının kapıya geldiğini işitir işitmez yine murdar hülyalara kapılmıştı. Bununla beraber onun, o kirli ve yarı çıplak sevgilinin kocasına neler söylemek istediğini de merak etmiyor değildi. Delikanlıyı odasına getirmekle hem hülyalarını hem merakını tatmin etmiş olacaktı.

      Aşüfte âşığın, kirli maşukunu kabul etmesi pek şuh bir sahne teşkil etti. O, nazlı bir hasta gibi yatağına uzanmıştı, saçlarını altın tellerden yapılma bir taç gibi başında toplamıştı, fikirlere zelzele verecek cazibeli bir vaziyet almıştı. Abdurrahman’ın yanına girmesi üzerine elemli bir tebessüm gösterdi.

      “Gel Dimitriyos.” dedi. “Beri gel. Dedikleri gibi bir haber mi getirdin, yoksa yüreğini aramaya mı geldin? Eğer yüreğini kaybedip de onu arıyorsan iyi bil ki o, yüreğimin içindedir. Kolay kolay alamazsın.”

      Delikanlı kapının önünde, ta eşiğin yanında durdu. Ne o sabah, kale duvarları üzerinde göründüğü gibi miskin ne öğleüstü bahçede görüşürlerken hissettirdiği gibi sersemdi. Boyu dik, bakışı sert, duruşu yüce bir dağ gibi heybetliydi.

      Güzel Mari, boynunu bükük, belini çökük, gözlerini korkuyla dolu olarak görmeye alıştığı bahçıvan yamağındaki yaman değişikliği fark etmekte gecikmedi.

      “O, o…” dedi. “Seni değişmiş görüyorum. Uşak değil de prensmişsin gibi bakıyorsun. Ne yazık ki gömleğin yırtık, ayağın çıplak. Üstüne süslü bir manto koysalar Bizans asilzadelerinden farkın kalmayacak. Haydi çocuğum. Çıplak prens çalımını bırak da yanıma yaklaş, beni niçin rahatsız ettiğini söyle.”

      Abdurrahman Dimetoka’ya gireliden beri hakiki sesini kullanmıyor, cılız ve korkak bir sesle konuşuyordu. İlk defa olmak üzere bu sahte konuşma tarzını bıraktı, kahraman arkadaşlarını çok kereler düşman saflarına saldırtmış olan amir ve hâkim sesiyle müstehzi aşüfteye cevap verdi:

      “Ben buraya din ulularının emriyle geldim. Bakışım onların bakışıdır, sesim onların sesidir. Ne prens ne imparator şu dakikada benden büyük değildir. Size göklerden aldığım salahiyetle söylüyorum: Hemen kalkınız, kocanızı yakasından tutup yanıma getiriniz, kendisine Allah’ın oğlunu (İsa demek istiyor.) doğuran kadın namına tebliğ edecek sözüm var.”

      Mari, bahçıvan yamağının, kameriyedeki hadise üzerine, çıldırdığına zahip oldu. Bu duruş, bu bakış ve hele bu konuşuş ancak bir deliye yakışırdı. Fakat merhamete layık olan bu mecnun, aynı zamanda ne heybetli görünüyordu!.. Endamında bir çınar sağlamlığı, gözlerinde bir hançer keskinliği, sesinde coşkun bir nehir azameti vardı. Haris kadın, deli bir erkekle karşılaşmaktan korku değil, haz duyuyordu. Ona, ilk gördüğü dakikadan beri hırçın ve çirkin bir iştiyak hasıl etmişti. Şimdi bu iştiyak, obur bir iştah ve hatta ihtiyaç derecesine yükselmişti.

      Mari, ömründe çok şey görmüş ve çok tecrübe etmiş bir kadındı. Lakin bir deliyle o güne kadar aşk oyununa girişmemişti. İşte talih bu eksiği de tamamlamak için kendisine fırsat veriyordu ve endamı muhteşem, bakışı heybetli, sesi fırtına dolu bir deliyi ayağının ucuna kadar gönderiyordu. Bu fırsatı kaçırırsa bütün bir hayat pişman olacaktı.

      Bir deli ile aşk?.. Oh, bu, ne müstesna bir zevk olacaktı! Bizans tarihinde uşaklara gönül veren yüksek payeli kadınlar çoktu. Fakat bir delinin, böyle heybetli bir delinin aşkını sınayan bahtiyar dişi yoktu. Mari, kendi bahtının yardımıyla o tarihin bu noksanını da kapayabilecekti ve on üç asırlık bir hayatı karartan alüftelerin en seçkini mevkisine yükselecekti.

      İşte bu mülahazayla meftun meftun delikanlıyı süzerken dudaklarından âdeta haz sızıyordu. Bu ılık salya, muhayyel bir zevkin sızıntısı olmakla beraber kuduz bir ruhun da köpükleri demekti. Evet, Mari kuduruyordu. Bir deliyle sevişmek fikrinin ibramı altında köpüklü salyalar püsküren yaman bir iştaha kapılarak kıvranıyor, ateşleniyor, heyecanlanıyordu.

      Bu alevli heyecan nihayet iradesini eritti ve dudaklarından çılgın bir sayha döküldü:

      “Deli, güzel deli, beni de delirttin deli!”

      Sayın okuyucular arasında kuduz bir köpeğin insanlara nasıl saldırdığını görenler elbette vardır. Hayvanlara mukadder ve musallat olan hastalıkların en korkuncu kuduzluktur. Bu hastalık, iğrenç olmasına rağmen acındırıcıdır ve başka mahluklardan çok fazla olarak köpeklere tasallut eder. Kudurmuş köpek, ölüm taşıyan ve her saniyesi ölüm ızdırabı veren zavallı bir hastadır. Bu felakete uğrayan talihsiz hayvan, beynindeki zehir yangını sebebiyle dört tarafını kaynar su hâlinde görür ve o alev deryasından sıyrılmak için bir köşe, bir kenar arar. Kuyruğunu, sanki o kaynar suda haşlanmaktan korunmak istiyormuş gibi kısar. Gözlerini, ihtiyarsız sabitleştirir, ağzından köpükler akıtır ve boyuna yürür. Onun kaçmaktan ve tevehhüm ettiği alev ummanından kurtulmaktan başka emeli yoktur. O sırada tesadüf ettiği herhangi bir gölgeye saldırır. Çünkü o gölgenin kendini kaçmaktan alıkoyacağını sanır. Hasta köpeğin bakışı, kuyruğunu sıkışı çirkindir. Saldırışı tehlikelidir. Fakat o kaçış, o sonsuz kaçış acıklıdır.

      İşte o köpekler gibi alevli bir bakışla ve korkunç bir atılışla yanına gelen Mari’nin bu hamlesinden Abdurrahman’ın hasıl ettiği ilk intiba da acımak oldu. İki üç saat önce uhrevi tehditler karşısında çırpına çırpına ağlayan ve nedametli bir telaşla evine kaçan şu kuduz ruhlu kadının bu derece nefsine düşkün, bu derece haysiyet duygularından mahrum oluşuna acıdı. Lakin kuduzlara acımak onların zehirli dişleriyle ısırılmaya razı olmayı icap edemeyeceğinden kolunu demir bir set gibi Mari’nin göğsüne uzattı ve o tehlikeli saldırışı iki adım geride durdurdu:

      “Madam…” dedi. “Uslu olunuz. Bütün evliya, bizi seyrediyor!”

      Bu sözler, durmak veya geri dönmek emri değil de yeniden saldırmak için bir işaretmiş gibi ters tesir yaptı ve Mari “Deli, güzel deli!” narasıyla bir daha atıldı. Niyeti ne pahasına olursa olsun, delikanlıyı mağlup etmekti. Fakat Kara Abdurrahman’ın gergin kolu, bu saldırışı da incitici bir ısrarla geri iterken odanın ortasında evliya sesi yükseldi:

      “Tükür Dimitri, bu hayâsızın yüzüne tükür!”

      Başına ağır bir taş yiyerek yere yıkılan kuduz bir köpek gibi Madam Mari de bu korkunç nida üzerine birdenbire yere diz çöktü, dudaklarından sızan iştah salyaları kurudu, gözleri alabildiğine büyüdü ve dişleri arasında üç beş kelime çıtırdadı:

      “Oh, deli! Sen bir uğursuzsun!”

      Abdurrahman,

Скачать книгу