Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

gençliğe çevirecek bir serumdur ne de körlere göz nuru verecek tutiyadır. O, tabiatın kendine yüklediği vazifeyi ifa için dünyaya gelir. Bu yolda muvaffak olmak için de tek bir silaha maliktir: Cazibe!.. Bu ezelî silahı mühimsemeyen erkek, onun en ince hissine, gururuna taarruz etmiş olur. Bu sebeple sevilmeyen değil, fakat güzelliğine, dişilik haklarına hürmet olunmayan kadın, canlı bir tehlikedir. Erkekler işte bu tehlikeden hazer etmelidir!19

      Abdurrahman, yaratılışındaki temizlik dolayısıyla Mari’ye karşı kayıtsız kalmıştı. Bu kayıtsızlığın en açık ifadesi, o güzel kadının cazibesini inkâr etmekti. Mari, bütün kadınlar gibi bu ifadenin zalim belagatini anlıyordu. O hâlde, müteessir olması, Abdurrahman için tehlike teşkil edecek bir vaziyet alması icap ederdi. Bunu niçin yapmıyordu ve beğenilmeyen her kadın gibi niçin isyan etmiyordu, feveran göstermiyordu? Hatta sakin kalmakla iktifa etmeyerek bahçıvan yamağını niçin iştiyakla düşünüyordu?

      Bu, Abdurrahman’ın kayıtsızlığını, kendi gururunu okşayacak surette tefsir etmesinden ileri geliyordu. Onun zu’münce20 evliyaların müdahalesi olmasa Abdurrahman da bütün selefleri gibi mutlaka ayaklarına kapanacaktı, topuklarını bayıla bayıla koklayacaktı. Bunu yapmaması, yapamaması, hep evliyaların yüzündendi. Mari, işte bu düşünceyle, hiddetini, kinini evliyalara tevcih ediyordu ve Abdurrahman’ın gönül gıcıklayan bakışlarını düşünürken evliyalara lanet okuyordu.

      Prens cenapları yüzünü yıkamadan giyinmişti, karısına veda etmeye hazırlanıyordu. Mari’nin çok dalgın olduğunu görünce duraladı, o güzel çehreye yayılan elem gölgelerini seyretti. Acaba karısının fasit düşünceler geçirdiğini seziyor muydu?.. Bu her erkek için esefle söylemek lazım, mukadder olmayan bir saadettir. Erkekler, başka çehreleri düşünerek dalgınlaşan kadın gözlerinde kendi yüzlerini görecek kadar gafillerdir. Fakat Dimetoka kumandanı, her erkekten de fazla bir şeydi. Bu sıfatla karısının göz bebeklerinde bir düzine erkeğin halkalandığını görse telaş etmezdi. O günse müstesna bir vaziyet taşıyordu, kafası karmakarışıktı. Bu sebeple karısının dalgınlığını şu veya bu sebeple affetmedi, sadece seyretti ve sonra elini onun omzuna koydu.

      “Ben…” dedi. “bahçeye iniyorum. Dimitriyos’un dedikleri sahih çıkarsa halkı hazırlatacağım. Sen de ona göre davran, bakalım ne göreceğiz.”

      Bahçıvan, bire on katarak, bildiklerini söyledi. Kendisine köpek muamelesi yapan efendisinin köpekleştiğini görmek geveze ihtiyar için yüksek bir haz vesilesi oluyordu. Çapaklı gözlerini yumarak, salyalı ağzını açarak, Eksenofon masallarını kıymetsiz bırakacak bir talakatle gördüklerini anlatıyordu.

      “Gördüklerini” diyoruz. Çünkü bahçıvan, evliyaların yalnız seslerini işittiğini söylemiyordu, kendileriyle yüz yüze geldiğini iddia ediyordu. Onun hikâyesine göre, evliyalar, nurani kaftanlar içinde düpedüz kendisine görünmüşlerdi.

      Hepsinin boyu birdi, aralarında uzunluk ve kısalık yoktu. Fakat sesleri ve pabuçları başkaydı.

      İhtiyar, efendisinin sersemliğinden aldığı hazla, istihzasını biraz daha ileri götürerek evliyaların gökten atla indiklerini söylüyordu ve kulübenin dışında bu atların kişnediğine yemin edip duruyordu. O, bir hayli uzun süren yalanlarını bitirdikten sonra kollarını kavuşturdu.

      “Çok yalvardım…” dedi. “Aya Yani’nin elini bırakıp ayağını öptüm. Aya Mari’nin pabuçlarına yüz sürdüm. Zatıalinizi gece yarısı rahatsız etmemelerini, gündüz teşrif etmelerini rica ettim. Dinlemediler. Hele Aya Teodozya’yla Teofano âdeta hırçınlaştılar, ‘İlla efendiyi uyandıracaksın!’ diye tepindiler.21 Eh, evliya da olsalar yine kadındırlar. Belki zatıalinizle ayrıca mahrem şeyler de konuşacaklardı. Onun için daha ileri gidemedim.”

      Kumandan, bu garip mevzuyu güya büsbütün aydınlatmak isteyerek kendince mühim gördüğü noktaya temas etti.

      “İyi ama…” dedi. “Evliyalardan bana haber getiren sen değilsin. Dimitriyos’tur!”

      “Aman efendim. Bendeniz güngörmüş, dünyayı sınamış bir ihtiyarım. Dört buçuk evliyanın değil, bizzat Mesih’in emriyle de olsa gelip sizi rahatsız edemezdim. Benim efendim, onlar değil sizsiniz. Ben onların bahçesinde bulunmuyorum, sizin bahçıvanlığınızı yapıyorum. Onun için çarpılmayı, köstebeğe çevrilmeyi göze alıp son sözü söyledim: ‘Beni efendime karşı terbiyesiz mevkisine koymayınız. Burası yeryüzüdür. Göğe benzemez. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmelidir.’ dedim. Aya Andirya beni silleleyecek, zorla yanınıza gönderecek oldu. Fakat sizden, fazla bir hararetle bahseden dişi evliyalar, şefaat ettiler, evliya sillesi yemekliğimin önüne geçtiler. Nihayet uzlaştık, sizi uyandırmak vazifesini Dimitriyos’a yükledik!”

      “O da evliyalarla yüz yüze geldi mi?”

      “Hayır. Evliya efendiler ve evliya hanımlar onunla perde arkasında konuştular!”

      Prens, Eski Yunan masallarından bir parça dinliyormuş gibi hayran hayran bu sözlere kulak verdi ve ihtiyar susunca düşünmeye daldı. Vehmî veya mürettep bir hadiseyle karşılaşmış olsa dahi halkın yüreğini pekleştirmek, Türk korkusuyla için için titreyen Dimetokalılara manevi bir kuvvet aşılamak için iyi bir fırsat elde ettiğini sezinliyordu. Şu hikâyelere inanmakta mahzur yoktu, fayda vardı. Hatta inanmamaktan tehlike çıkabilirdi. Bu sebeple o da inanmayı yahut inanmış görünmeyi tercih etti. İşin içinde bir düzen varsa ilk fırsatta meydana çıkarmak şartıyla evliya güruhuna külah sallamayı tasarladı.

      Yalnız bir nokta zihnini gıcıklıyordu: Tellallarla, kilise çanlarıyla halka verilecek şu mühim haber, sonunda yalan çıkarsa ne olacaktı?.. Halkın yüreğini kuvvetlendirmek, kasabaya bir emniyet havası getirmek için Meryem’in geleceğini söylemek kolaydı. Cahil Dimetokalılar bu müjdeye ve bir sürü evliyanın kumandanla görüştüğüne inanmakta tereddüt göstermeyeceklerdi. Fakat Meryem gelmezse?.. Prens cenapları bir müddet de maslahatın bu cephesini gözden geçirdi ve kendini tatmin edecek bir neticeye varamayınca sinirlendi. “Aman sen de! Meryem gelmeyecek olursa ‘İşi çıktı, özür diledi.’ deriz, sürüyü kasabaya çeviririz!” dedi, hızlı hızlı yürüdü, kulübeden uzaklaştı. İhtiyar bahçıvan, çalımı yüzde doksan eksilmiş olan efendisinin arkasından mırıldanıyordu:

      “Şu işe o da inandı, ben de inanıyorum. Lakin Türk atlarının sesi işitilen yerlerde Bizans evliyası nasıl dolaşır? İşte burayı anlayamıyorum!”

      Yarım saat sonra Dimetoka’nın dişisi erkeği, çoluğu çocuğu büyük kiliseye dolmuşlardı. Prens, minimini kartal resimleriyle süslü mavi harmanisini, aynı resimlerle bezenen mavi pabuçlarını giyerek, başına küçük hacimde bir taç geçirerek ön safta yer almıştı. Mari, şık bir tuvaletle, fakat düşünceli bir yüzle kocasına refakat ediyordu. Sevindik’le küçük prens Emanoel de onların yanı başlarında bulunuyorlardı.

      Papazlar, muhterem kumandanın söylediklerine tereddüt göstermeden inanmışlardı. Onlar için din her şeydi ve din uluları her şey yapabilirlerdi. Zaten vazifeleri bu boş kanaati yaşatmak, ölülerin dirilere hâkim olduklarını halka kabul ettirmeye çalışmaktı.

      Ellerine, kilisenin tahakkümünü kuvvetlendirecek yeni bir fırsat geçince ve

Скачать книгу


<p>19</p>

Hazer etmek: Çekinmek, sakınmak, uzak durmak. (e.n.)

<p>20</p>

Z’um: Batıl zan, şüphe, yanlış zan. (e.n.)

<p>21</p>

Efendinin Rumcadan Türkçeye geçtiğini unutmamak lazımdır. Aslında sahip, malik, rab manasını taşırdı. Türkçede okuryazarlara verilen bir unvan olarak kullanıldı, bir müddet şehzadelere, fakat tazim kastıyla, efendi denildi.