Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Krallar Avlayan Türk - M. Turhan Tan

Скачать книгу

her bakımdan, tasvire değer. Her bakımdan diyoruz. Çünkü sahnenin ruhiyatla olduğu kadar şiirle de alakası vardır. Bir taraftan da tarihe temas ediyor. Ruhi cephe, Dimetokalıların o geniş tarlada aldıkları vaziyettir. Dişi ve erkek, genç ve ihtiyar birkaç bin kişinin derin bir sessizlik içinde gök kapılarını beklemeleri kolay kolay tesadüf olunabilir hadiselerden değildir. O gün bu birkaç bin vücut tek bir yürek hâlindeydi. Zengin ve yoksul, aç ve tok herkes aynı emeli taşıyordu, aynı ümide bağlanmıştı, aynı şeyi bekliyordu. Güneş, öğle güneşi, bu gafil insanların boş beyinlerini yakından görmek ister gibi biraz alçalmıştı, ateşten istihzalarını bütün kalabalığa püskürüyordu. Herkes ter içindeydi. İhtiyarlar göğüslerini açarak, gençler gömleklerinin yakalarını kıvırarak serinlemeye çalışıyorlardı.

      Sahnenin şiir tarafı, bu renk renk insanların tek bir göz gibi göğe gönül açmalarındaydı. Evet, orada semalara açılmış bir yürek manzarası vardı. Bu yürek, hadiselerin kendisinden esirgediği neşeyi gökten bekliyordu. Gerçi beşer dediğimiz fâni zümre, sık sık göğe el kaldırmaktan geri kalmamıştır. Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı.

      Muhterem okuyucular arasında “gök kapısının açılması” hurafesini bilenler elbette çoktur. Senenin bir gününde gök kapısının açılacağına, vaktiyle inanılırdı. O gün, her hurafede bulunması şart olan terdid kaidesi mucibince, sarih olarak belli değildi. Filan ayda bir gün!.. Efsaneye inananlar, işte o ayın birçok gecelerinde uyumazlardı, sabaha kadar gözlerini göğe dikip beklerlerdi. Gök kapısının açıldığını görebilecek olanlar, bütün dileklerini elde etmekle mübeşşer24 idiler. Bu sebeple binlerce ve binlerce insan, bu semavi hadiseye şahit olmak, sonunda da hazinelere ve her şeye kavuşmak hırsıyla uykularını feda edip yüksekteki boşluğa gözlerini hapsederlerdi. Eğer onlar, sema denilen ve sayısız âlemlere cevelan sahası teşkil eden o hudutsuz boşluğun mahiyetini bilselerdi elbette bu manasız imana kapılmazlardı. Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı.

      Dimetokalılar da yaşayanlar için ölümün mukadder olduğunu, ölenlerin toprağa münkalip olacaklarını ve hiçbir ölünün gömüldüğü yerden, etiyle, buduyla göklere çıkmasına imkân bulunmadığını bilselerdi, Meryem Ana’yı istikbale elbet çıkmazlardı. Fakat onlar ölünün dirileceğine ve dirildiğine inandıkları gibi, gökten yere adam ineceğine de iman beslemekten geri kalmıyorlardı.

      Dimetokalılar, zevalden yarım saat evvel tarlaya gelmişlerdi. Prensle karısı, başpapazla maiyeti, şehrin nüfuzlu aileleri, elli altmış kişilik bir grup hâlinde halktan ayrı bir mevki almışlardı. Bu gruba dâhil olanlar Meryem Ana’nın huzurunda da halkla bir seviyede bulunmak istemiyorlardı.

      Dinî akideler ne şekilde olursa olsun dünyevi mertebeler yaşar. Beşerî düşüncelere kıymet verip de sandalyesinden vazgeçen patrik yoktur. Nitekim peygamberler de ümmetlerinin önünde yürürlerdi. İnsanların kardeş olduklarını haykıran bugünün mütefekkirleri de aç kalmış kardeşlerle birlikte oruç tutmaya razı olamazlar. Demek isteriz ki açlığa ağlayanlar ekseriya toklardı. Bu merhamet, bir nevi hazım işidir, tamamıyla midevidir. Fakat fikri görünür!..

      Asilzadelerin ve papazların halktan uzak durmalarına rağmen tarladaki şeref mevkisi Sevindik’le Emanoel’e tahsis olunmuştu. Onlar, bir büyük ağaç altındaydılar. Halktan da kibar takımdan da ayrı bulunuyorlardı. Yanlarında iki süslü at vardı ve hayvanların eyerlerinde birer güzel kılıç asılıydı. Çocuklar, gölgeli yerde bulundukları için terlemiyorlardı. Lakin bu toplanışın sırrını pek de kavramış değillerdi. Atlar, hoşlarına gidiyordu. Kılıçlar, gözlerine şık bir oyuncak gibi cazip görünüyordu. Ne çare ki gümüş gemli, gümüş üzengili, sırma eyerli hayvancıklara el vuramıyorlardı, altın kabzalı kılıçları bellerine bağlayamıyorlardı. Prens, kendilerini sıkı bir dilsizliğe mahkûm etmişti. Azar işitmemek için heveslerini içlerinde saklayarak o canlı ve cansız güzellikleri ancak gözleriyle okşuyorlardı.

      Zeval vakti yaklaştıkça halkın heyecanı ziyadeleşiyordu. Gözlerin göğe dikilişi de bir kat daha sabitleşiyordu. Kalabalık içinde sabırsızlığın doğurduğu görüş bozukluğuyla güneşin kımıldanır gibi olduğunu sezenler vardı. O gibiler, güneşin âdeta yırtılmak, yarılmak üzere bulunduğuna zahip oluyorlardı. Bu dalaletli görüşlerini bir parça kuvvetlendirseler güneşin içinde Meryem’in doğuverdiğini haykırmakta tereddüt etmeyeceklerdi.

      Bununla beraber ruh şaşkınlığına uğramayanlar, hayale kapılmayanlar da vardı. Bu takım, gökyüzündeki durgunluğa bakarak üzülüyordu. Çünkü o mavi enginlikte Meryem Ana alayından henüz eser yoktu. Ne süvariler yüz göstermişti ne mehterhane!.. Zaten bu da bir meseleydi. Gözleri göğe dikili olan halkın hemen hepsi, Meryem’in nasıl bir alayla teşrif edeceğini düşünmekten geri kalamıyorlardı. İsa’nın aziz anası sellemehüsselam25 mı inecekti?..

      Böyle bir gelişi o büyük şahsiyetin şerefine layık göremiyorlardı. Mutlaka ve mutlaka bir alay bekliyorlardı. Mesela en önde düdük öttüren kızlar, arkada davul ve dümbelek çalan, yine kanatlı oğlanlar, onların ardında güvercinlerin çekip yürüttükleri nurdan yapılma bir araba ve arabanın içinde Meryem!..

      Dimetokalıların çoğu böyle bir alay bekliyordu. Pek zühdi telakkiler besleyen bir zümreyse o aziz kadının temiz bir kaftana sarılarak tek başına teşrif edeceğini umuyordu. Bütün hayatını yalın ayak ve yarı çıplak geçirmiş olan Meryem Ana’nın gökte âdetini bozmuş olmasına, o zümre, ihtimal veremiyordu. Onların kanaatine göre Filistin çöllerini yıllarca lagar bir eşek üzerinde dolaşan, üstüne kara bir gömlekten başka bir şey giymeyen, beline ancak bir ip kuşak saran İsa gibi anası da sade görünmeye mecburdu.

      Nihayet güneş tam zeval noktasına geldi ve o birkaç bin insan tamamıyla sessizleşti. Kimse artık nefes almıyordu. Yüreklerin çarpması bile o dinî ve büyük dakikanın şerefine sanki durmuş gibiydi. Orada, o geniş tarlada yalnız gözler yaşıyordu ve bu gözler, en derin bir heyecan içinde gökleri emiyordu.

      Prens boynunu bükmüştü, ellerini birbirine kilitleyerek tuhaf bir vaziyet almıştı. Prenses Mari, solgun dudaklarını ısırarak gökyüzünü gözetliyordu, papazlar, dillerinin ucuna dua sıralıyordu. İşte bu dekor içinde boğuk bir ses duyuldu:

      “Yere yatınız, duaya başlayınız.”

      Prensle prenses bu sesi tanıdılar ve tereddütsüz, yüzlerini toprağa yapıştırdılar. Papazlar biraz şaşırmış olmakla beraber asil kumandanla karısını taklit etmekte gecikmediler, sakallarını yere yaydılar. Bir kısmı sesin garabetinden şaşalayan ve bir kısmı o sesi duymayarak kumandanla papazların durumundan belinleyen26 halk, bir müddet ayakta kaldılar. Sonra önlerindeki örneğe uyup ve birbirlerine de örnek olup toprağa uzandılar.

      O kalabalık arasında ayakta kalan üç kişiydi: Kara Abdurrahman, Sevindik, Emanoel. Abdurrahman’ın secdeye düşmemesi tabiiydi. Çünkü vazife görüyordu. Sevindik o emrin kendisine taalluk etmediğini biliyordu. Emanoel’se Sevindik’e uyarak ayakta kalıyordu.

Скачать книгу


<p>24</p>

Mübeşşer: Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. (e.n.)

<p>25</p>

Sellemehüsselam: Ulu orta, çekinmeden, destursuz. (e.n.)

<p>26</p>

Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (y.n.)