Acı Gülüş. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Acı Gülüş - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 16

Жанр:
Серия:
Издательство:
Acı Gülüş - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

diye çabuk çabuk ve tedbirlice cevap verdi.

      Zavallı yağlıkçı kederinin büyüklüğünden birdenbire o kadar hayale kapılmıştı ki evin dışı demek olan bostanda tutulmuş bir adamın zamparalığının ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu.

      Çok sürmedi. Bu zafer çığlığının arkasından birçok gürültülü uzun kahkahalar koptu. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka doğru:

      “Patırtı lazım değil… Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız. Ciddi işlere alay yakışmaz. Sıkı tutunuz, sıkı… Belki melun azılıdır.”

      Yağlıkçının bu saf sözlerine karşı bir ses bostandan şu cevabı verdi:

      “Nasıl gülmeyelim baba? Sarhoşun biri tarladan bostan korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim ediyordu.”

      Bu ilk ve galiba da son olan sevinci boşa çıkan Hasan Efendi kederden boğulur gibi haykırdı:

      “Allah belanızı versin, bu gece zaten içinizde ayık adam yok. Uncu bu akşamki zamparalarını bu duvarlardan bostana azatladı. Siz orada bir şey göremediniz. Şimdi de insan diye korkuluklara, fasulye sırıklarına sarılıyorsunuz. Siz buraya iş görmeye değil, eğlenmeye gelmişsiniz, kepazeler…”

      Bostandan sedalar: “Baba kızma… Biz buradan kuş uçurtmadık. Eğer evde zampara var idiyse mutlak hâlâ içeridedir. Emin ol. İyi arayınız.”

      Hasan Efendi lahavle çekerek: “İğne deliği bırakmadık, her tarafı aradık. Evin döşeme tahtalarını sökecek değiliz ya… Bu habisler tahtakurusu olsalardı yine bulunurlardı.”

      “Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akılda yağlıkçıları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince sanattır. Köpoğluları gözbağcılık da bilirler. Gözlerinizin çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız.”

      Hasan Efendi’nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çatlayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı bütün bütün çıldırttı.

      Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar eve girdi. Uncu karşılarına çıktı. Pek meydan okur bir tavırla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını tam muvaffakiyetle tamamlamış bir sanatkâr aktör vaziyeti alarak: “Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can dayanmaz helecanlarla bitkin hâldedirler. Artık merhamet ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum bir ev halkına bu kadar işkenceli bir gece geçirtmenin cezası büyüktür; ayaklar altına alınan namusumu namuskârlıklarıyla iftihar edenlere ödeteceğim.”

      Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü dünyayı görmüyordu. Ümitsizlikle bağırdı:

      “Vay gidi masum ev halkı… Vay gidi namuslu aile babası vay!.. Yukarıdaki içki sofrası nedir? O, her odadaki karyolalar, lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri ile mahalleyi dolduran cümbüş ne idi? Evinin Galata’daki umumhanelerden ne farkı var?”

      Uncu: “Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt varakasına geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların sayısına karışmak mahallelinin hiçbir surette yapabileceği bir iş değildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?”

      Hasan Efendi: “İçeride kadın panayırı mı var? O on iki karı ne olacak?”

      Uncu: “Bir evdeki nüfus sayısını tahdit31 hakkı kimseye verilmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen beslemiyorsun ya!”

      Hasan Efendi: “Yukarıdaki o okkalarla rakıları kimler içiyordu?”

      Uncu: “O benim keyfime ait bir iş. Evimde yenilen içilen şeyler hakkında kimseye hesap vermek zorunda değilim. Saçmalıyorsun. Haydi efendi çık dışarı, sahibi razı değilken bir evde bu kadar durulmaz. Ahlakça terbiyesizlik, kanunca da ‘tecavüz’ sayılır. Haydi bakalım yallah!..”

      Hasan Efendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek: “Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte vakar, namuskârlık maskesini düşürmedikçe bu gece bu evden çıkmam, öldürseler çıkmam.”

      “Çıkarmak polisin vazifesidir.”

      Hasan Efendi sinirli bir coşkunlukla merdivenden yukarı fırlayarak en içe dokunacak tesirli, inandırıcı ve yalvarır sesi ile orta kattan evin içine doğru şöyle haykırmaya başlar:

      “Müşteri beyler, din kardeşleri, her nerede iseniz ses veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır, bağışlanmaz bir günah değildir. Hatalı bile olsanız uncu huyundaki namussuz bir herifin namuslulara üstün gelmesini vicdanlarınızın caiz görmemesi lazım gelir. Hakikatin meydana çıkmasına bu geceki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz. Meydana çıkınız. İşte mahalleli tarafından vekil olarak size söz veriyorum, baskın rezaletinden tamamıyla kurtararak sizi evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben geleyim, ben mahpus yatayım… Razıyım. Aman beyefendiler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum.”

      Yağlıkçı susar. Yalvarır yoldaki nutkunun, bütün duvarlarda meydana getireceği aksin tesirini helecanlarla bekler.

      Cevap yok. Kadınların alaylı kahkahalarından başka bir şey işitilmez. Büyük bir keder içinde kendi kendine: “Bu uncunun kerhanecilikten başka simya bilgisi de mi var? Gözlere görünmemek için zamparalarının başlarına efsunlu, tılsımlı külahlar mı giydirdi? Bunlar aramızda dolaşıyorlar da biz mi göremiyoruz?”

      Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya iner. İddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden çıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik edeceğini, hiçbir şey çıkmazsa en büyük cezaya razı olduğunu büyük bir inatla bildirir.

      Ev altındaki komiser, imam, muhtarlar, birkaç mahalleli ve Uncu Ahmet, birbirlerine girerler. Şiddetli bir çekişme başlar.

      Bu sırada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalarla dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yakaladığını sallasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, “Zampara yakaladım!” yaygarasıyla onu uzun fes, pis ceket, yırtık pantolonu ile halkın şaşkın bakışları önüne serer. “Zamparanın biri tutulmuş!” sözü bir anda ağızdan ağıza halk arasına yayılır. Akşamdan beri yüzüne hasret oldukları bu adamı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan bir hevesinden dolayı gürültülü “zampara” adını kazanmış olan kimsenin vücudunda şekilce ansızın tabii olmayan ve acayip bir değişiklik husule gelmeyerek bunun da öteki insanlardan bir farkı olmayacağını unutan halk, görülmemiş bir garip şey yahut korkunç bir canavar seyrine koşar gibi bir saldırma acelesi gösterir.

      Korkuluğu gayretle sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa sevinçle söze başlayarak: “Efendiler, beyler, ağalar… Uncunun evinde, devlethanesinde değil ama… Ha, lafa dikkat; umumhanesinde… Bu ne demek anlıyorsunuz ya! ‘Umumhane’, ‘kerhane’nin resmî adıdır. Belediyelerde böyle

Скачать книгу


<p>31</p>

Tahdit: Sınırlama. (e.n.)