Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

yöneldiğini, yaşamı bir ansiklopedi gibi “dağıtmaya” çalıştığını düşünemiyor, onun her söylediğini tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı olarak algılıyordu. Biraz yakından bakanlar rahatlıkla sezebilirlerdi bunu. Bir gün, derste, bilgiç tarih öğretmenine kuramını özetleyip görüşünü sordukları zaman da gösterdi bunu. Tarihçi, anlatılanları horgörüyle dinledikten sonra, tiksinmiş gibi, “Salaklık bunlar!” deyip de öğrenciler Yunus’a dönerek “Peki, buna ne diyorsun?” diye sordukları zaman, umursamazlıkla gülümsedi, “Bi… bi… bir şey demiyorum, gerçeği söylüyor! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlaması, dersten sonra, başına toplanarak “Gördün mü, sen de gerçeğe boyun eğdin işte!” diye alaya başladıkları zaman da horgörüyle yüzünü buruşturup “Gerçek böyle hıyarların yalanlarının son dönüşümüdür!” diyerek önündeki japonca dilbilgisine dalması da bunu gösterirdi.

      Böylece, bu kendine özgü dağıtma taşkınlığı içinde, her sözün altından kalktığı gibi, her zaman yeni açıklamalar, yeni örnekler, yeni karşılaştırmalar buldu, kendisine karşı çıkanlara gözlerini ve kulaklarını açmalarını salık verdi örneğin: sıcak yaz günleri, iyice kulak verilirse, her cırcırböceğinin ayrı öttüğü, akşamları, kumruların her birinin eşini bir başka sesle çağırdığı duyulurdu; hiç kuşkusuz, insanlar da böyleydi bir zamanlar, birbirlerini anlarlardı, üstelik, hem daha çabuk, hem daha kolay anlarlardı; sonra, başka yaratıklar bu gereği duymazken, kendilerinin de buna hiç gereksinimi yokken, şu hep en kolayı arama hastalıkları yüzünden, tekilin yerini çoğula, bireyin yerini topluma, özgünün yerini genele, derinin yerini yüzeysele verdikçe, yazıyı bulmuşlar, bununla da yetinmeyerek bildirişimin yerine bildirişimin öykünüsünü egemen kılmak pahasına, dili uydurmuş, doğadan ve doğallıktan kopmuşlardı. Dil tarihöncesi insanının ötüşünü hiçbir zaman veremezdi, değil vermek, onu tasarlayabilmemiz için bir ipucu sağlaması bile çok zordu.

      Yunus Aksu, varsayımının burasında, kuşlarla kekemeler arasındaki koşutluğu daha da geliştirdi: kekemelik bir sakatlık değildi, bir kusur bile değildi, tam tersine, insanların yazıya öykünülerek oluşturulmuş yapay dili karşısında içgüdüsel bir direnmenin iziydi, kaynağından kopmuş bir iz de değildi, bilinçsiz bir biçimde bile olsa, kaynağa dönme çabasının sürdürülmesiydi, dolayısıyla, ne kadar çelişkin görünürse görünsün, insan ötüşüne en yakın konuşma biçimiydi. İnsanlar gerçek dilin kökenlerine ulaşmak istiyorlarsa, işe kekemeliği incelemekle başlamaları gerekirdi. Bu varsayımı ortaya atmasından birkaç gün sonra, arkadaşlarından biri, hem de kuramlarıyla en çok dalga geçeni, dilbilimcilerin daha az çaba ilkesi diye bir ilkeden söz ettiklerini, kekemeliğinse, konuşma çabasını birkaç katına çıkardığını söyleyerek kendisini alaya almaya kalktı. Ama o ünlü kahkahalarından birini daha kopardı.

      “Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Dilbilimciler olayı açıklarlar da nedeninden hiç söz etmezler: daha az çaba ilkesi insanların içinden hâlâ silinmemiş olan kökene, yani doğala dönme özleminin belirtisidir.”

      “Ya kekemelik?”

      “Kekemelik özlemin daha ileri bir aşamasıdır.”

      “Yani, sana göre, kekemeler bir üstün tür mü oluşturuyor?”

      “Evet, bir bakıma. Beğenemedin mi?”

      Dinleyenler kahkahalarla güldüler.

      Ama Yusuf, gözleri gözlerinde, tartışılmaz bir gerçeği öğrendiğinden bir an bile kuşku duymadan kendisini dinlerken, dostunun kuramına bir ayrım da kendisi kattı, “O… o… o… ozanlarınki gibi,” dedi.

      “Çok güzel! Tam üstüne bastın!” diye atıldı Yunus: ozanlar da, hecelerle, uyaklarla uğraşırken, bilerek ya da bilmeden, benliklerinin derinlerinden gelen bir yönelimle, her bireyin kendine özgü türküsünün yerini almış olan yapay dile başkaldırır, insanın ilk sesini ararlardı; bir bakıma, onlar da birer kekemeydi. “Müzik de böyledir,” dedi. “Şöyle can kulağıyla bir Mozart ya da Ravel ezgisi dinlerseniz, sezersiniz: ezgiler de hep aynı özlemi dile getirir, ilk dile dönme özlemini.”

      Yunus önermesinin tersinin de doğru olup olmadığını araştırmadı; ama, tıpkı ozanlar gibi, o da zoru denemeye karar verdi: kekelemenin yazıdan sonra doğmuş yapay dilin payını indirgemek, hiç değilse insanın doğal dilinin başlangıçta nasıl eklemlendiğini kavrama yolunda bir çaba olduğunu gösterebilmek için her şeyin altında onun izlerini aramaya başladı. Hiç kuşkusuz, amacını gerçekleştirmek için fazla olanak yoktu elinde; ama elinde fazla olanak yok diye kollarını kavuşturup oturacak değildi. Önceleri, dostuyla birlikte, daha çok ansiklopedi okuyabilmek için giriştiği işi: yeni yeni diller öğrenmeyi yaşamın temel gizlerinden ya da, kendi deyimiyle, “insanlığın dönüm noktalarından” birini kavramak amacıyla, büsbütün hızlandırarak sürdürdü artık: yeni bir dil öğrenmenin, yeni bir dilin sözcüklerini kekelemenin, ilk bakışta zorlama ve yapay görünmesine karşın, bizi yapay dillerin bu denli dizgeleşmediği, insanın kendi doğal türküsüyle yeni yeni taşlaşmaya başlayan yapay dil arasında bocaladığı dönemlere götürmesi gerektiğini düşündü. Sonra, işi ilerlettikçe, düşündüğüne inanmaya başladı. Öte yandan, ona göre, kekemeler, özel yaradılışları gereği, yapay dile ayak uydurmakta zorluk çektiklerinden, kendisinin değişimi başkalarından daha iyi kavrayacağına inandı. Böylece, Yusuf’la birlikte, insan ötüşüne daha yakın gibi gördüğü dilleri, örneğin italyancayı, çinceyi, japoncayı kitaplardan ve plaklardan öğrenmeye girişti; gene Yusuf’la birlikte, dilimizin ilk seslere yakın gibi görünen sözcüklerinin değişik dillerdeki karşılıklarını aradı; anlasın anlamasın, olanak buldukça yabancı radyoları dinledi, yapay, doğadışı, kulak tırmalayıcı, asalak sesler arasında, insanın ilk sesini yakalamaya çalıştı; arada bir yakalar gibi de oldu; ama, belki de dilin taşlaşmışlığı yüzünden, yakalar gibi olduğunu sözcüklere dökemedi. O zaman, bir yandan dilbilgisi ve dilbilim kitapları okuyarak, bir yandan imgelemini kullanarak, yapay dil konusunda söylenmiş her şeyi tersine çevirecek gerekçeler aradı, bulur gibi oldukça da sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yüksek sesle söyledi. Örneğin, ayrı ayrı dillerin doğması toplumları düzelmez bir biçimde bölmüştü, şimdi de her biri, kendi içinde, bireyleri bölüyordu, çünkü, nesneleri kendilerine doğal bir bağla bağlanmayan seslerle adlandırdığından, seslerin nesnelerden bağımsız olarak, en saymaca biçimlerde düzenlenmesini önleyebilecek herhangi bir düzeneği de bulunmadığından, yalanı olanaklı, olanaklı da söz mü, egemen kılıyor, gerçek bildirişimi önlüyordu. Öyleyse tüm bu yapay dillerin gerçek bildirişimi önlemeye yönelik birer tuzak olduğu söylenebilirdi. Dilcilerse, dilin tüm bu açmazları konusunda bizi uyarmaları, daha yalansız bir bildirişime ulaşmanın yollarını araştırmaları gerekirken, her şeyi çorbaya çeviriyorlardı: örneğin, durup dinlenmeden yineledikleri gibi, dilin bir dizge olduğu doğruysa, ister istemez kapalı olması gerekirdi, kapalılığıysa, sayıca sınır tanımayan adlar değil, hem sayıca çok sınırlı kalan, hem de aralarında bir ölçüde mantıksal bağlar bulunan adıllar ve adıllar gibi öğelerin sağlaması beklenirdi; ama onlar, ağız birliği etmiş gibi, adların adılların değil de adılların adların yerini tuttuğunu söyleyerek gerçeği yüz seksen derece tersine çeviriyorlardı.

      İlk çıkışında, dilin yazıdan doğduğunu söylediği zaman, tarih öğretmeni Yunus’u sınıftan dışarı atmıştı; bu son çıkışında, yaşlı türkçe öğretmeni Rıza bey anlayış gösterdi: aykırı önermesini iki kez üst üste baştan anlattırttı,

Скачать книгу