Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 12

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”

      “Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”

      “Ben duymadım.”

      “Dilciydi, hocam.”

      “Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.

      Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”

      Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.

      “Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.

      “Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.

      Yunus bu kez gülümsedi.

      “Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.

      Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden, kendi yaşında, ama kendisinden en az yirmi santim daha uzun bir kıza tutulduktan sonra anladı bunu. Yusuf, arkadaşının durmamacasına bu kızdan söz etmesine, odasında gitarının yukarısına, yani annesinin fotoğrafının tam karşısına, onun küçücük bir vesikalıktan büyütülmüş, kocaman bir fotoğrafını asmasına bakarak, dostluklarının artık eskisi gibi sürmeyeceğini, gittikçe daha az görüşeceklerini düşündü: Yunus’a öylesine hayrandı ki onun ilgi duyduğu bir kızın sevgisine hemen karşılık vereceğinden, onu başkalarından koparıp zamanını kendisiyle geçirmesini sağlamak için elinden geleni yapacağından kuşkusu yoktu. Ayrıca, Yunus’un kendisini de sürüklediği kimi arkadaş toplantılarında, boyunun kısalığına, konuşmalarının yoruculuğuna karşın, nerdeyse tüm kızların hep onun çevresinde döndüğüne sık sık tanık olmuştu. Onun kızlar üstündeki karşı konulmaz etkisini arkadaşları hep kıskanmışlar, ama kendisinin onlar karşısında genellikle ilgisiz kalmasına bir anlam verememişlerdi. Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.

      Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.

      Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.

      Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince,

Скачать книгу