Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 16

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

dinlemek bile istemediler. Buna karşılık, biraz da hocalara duydukları öfkenin etkisiyle, sınıfta, koridorlarda, kantinlerde, kahvelerde, sürekli Yusuf Aksu’yu konuştular, çok özgün görüşleri bulunan, gerçek bir düşünür, yerini ve zamanını şaşırmış bir araştırmacı olarak değerlendirmeye başladılar onu.

      Yusuf Aksu’nun özgün bir düşünür ve dilbilim kuramcısı olarak ünlenmesi ille de bir rastlantıya bağlanacaksa, Yunus’la karşılaşmasını hiçbir zaman unutmamak koşuluyla, ilk rastlantının o rastlantı değil, bu rastlantı olduğu söylenebilir. Rastlantı gibi yüzeysel açıklamalar bir yana bırakılır da kendi anlayışına uygun olarak olayların kökenine inilmek istenirse, onun dilbilim kuramcılığının bu küçük oluntuyla başladığını söylemek gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Yusuf Aksu o günlerde ne ünlenme tutkusuna kapılmıştı, ne de özgün bir dil kuramına öncülük etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, bir yandan arkadaşlarının, hatta kimi hocalarının soru ya da kışkırtmalarıyla kendisini nerdeyse sürekli biçimde bu alana çekmek istemeleri, öbür yandan, dili bir bildirişimsizlik ya da bildirişimi önleme aracı olarak tanımlamasının daha çok bir meydan okuma içgüdüsünden kaynaklanmasına karşın, şimdi, hocalarını ve arkadaşlarını dinlerken, derslerde salık verilen karışık mı karışık kitapları okumaya çalışırken, unutulmaz dostunun yadsınması olanaksız bir gerçeğe parmak basmış olduğu sonucuna varması, bir başka yandan, şu Saussure denilen adama tanrı gibi tapar görünen kimi hocaların annesinin kafasına daha ilkokulda yerleştirdiği şeyi: bilimin köke inmek olduğu ilkesini yadsır görünmeleri, Yunus’un düşüncesini, bir başka deyişle, kekemeliğin hakkını savunma nedenine yeni bir neden daha ekledi. Elinin altındaki değişik ansiklopedilerde, Yunus’un bile hiç el sürmediği birtakım konuları da araştırmaya girişti. Bu arada, Paris Dilbilim Kurumu’nun daha 1866 yılında dilin kökenine ilişkin araştırmaları göz önüne almamayı tüzüğüne koyduğunu okuyunca, “Bu adamlar toptan pusulayı şaşırmış!” diye söylendi; ünlü kararı adamların altından kalkamayacakları işlere girişme korkularına yasallık kazandırma yolunda bir çaba olarak yorumladı; son günlerde hep çevresinde dolaşan birkaç öğrenciye de aktardı gözlemini.

      Bununla birlikte, işi bir kavgaya dönüştürmeyi usundan bile geçirmiyordu. Derslerde de pek öyle sesini yükseltmedi. Yalnız, en fazla üç kez, İngiliz dilbilgisi okutan genç hanım Yunus Aksu’nun görüşlerine ters düşer gibi görünen şeyler söyleyince, kaşlarını çatıp başını sallamaktan kendini alamadı. Daha sonra, nicedir birlikte bir şeyler yiyelim diye dayatan kızlı erkekli bir arkadaş topluluğuna, bir öğle yemeğinde, çok kısa olarak, dilin nasıl yazıdan geldiğini, böylece insanlar arasındaki gerçek ve doğal bildirişimi nasıl önlediğini anlattı. Birkaç kez de, ingilizcesi zayıf olan sınıf arkadaşlarına tüm kitaplarda bulunan kuralları, kimi sözcüklerin yazılışlarını gösterdi, kimilerini uygun tümceler içinde kullandı, kimilerinin yalnızca türkçe karşılıklarını söyledi. Bu arada, dünyanın tüm dillerinde, gerçekte adılların adların yerini değil, adların adılların yerini tuttuğunu vurgulamayı da unutmadı. Böylece, çok kısa bir sürede, tüm fakültede, ingilizceyi üniversite hocalarından, hatta İngilizler’den de iyi bilen öğrenci olarak tanındı; sonra, yavaş yavaş, nerdeyse kendiliğinden, dünya dilbiliminde Türkiye’nin sesini duyurmaya hazırlanan olağanüstü bir genç dilbilimci olarak ünlenmeye başladı.

      Ancak, Yusuf Aksu ün karşısında da, ünün sağlayabileceği yararlar karşısında da ilgisizdi. Biraz olağanüstü dilci ününün, biraz da kendisini fakülteye getirip götüren kocaman, parıl parıl arabanın etkisiyle, birtakım kızlar çevresinde dört dönüyordu, bu tür girişimler karşısında da soğuk davrandı. Yunus Aksu’nun ölümünden beri, Mersinli Canan’ın günahını tüm türdeşlerine yükleyerek onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışmaktaydı. Hem de dostunun ölümünün üzerinden epey bir süre geçmiş olmasına karşın, çok yakında ona kavuşacağı duygusu hep canlıydı içinde: ölümün çok yakınlarda olduğunu, her an yakasına yapışmaya hazır durumda, çevresinde dönendiğini duyuyor, hatta, arada bir, derste, yemekte ya da yatakta, ortada hiçbir neden yokken, iyice yaklaştığını, artık ölmek üzere olduğunu sezinler gibi oluyor, “Tamam, Yunus beni yanına çağırıyor!” diyerek bir an, hiç korkmadan, ama soluk da almadan, kekelerken iki hece arasında donup kalmış gibi, kanının bilek damarlarından boşalmasını bekliyordu; kısacası, Yusuf Aksu dünyada daha çok bir konuk gibi görüyordu kendini, yaşamdan bir beklediği yoktu.

      Bu nedenle, öğrenimini bitirmesine bilemedin bir buçuk yıl kalmışken, ölüm, kendisi yerine, önce Refika hanımın, onun hemen arkasından da Enis beyin yakasına yapışınca, bir daha fakülteye dönmedi: artık kendisinden diploma bekleyen bir kimse kalmadığına göre, öğrenimini sürdürmenin bir anlamı kalmadığını düşünmekteydi. Buna neden olarak Enis beyin kendisine bıraktığı bir yığın taşınmaz, değişik ortaklık payları ve işyerleriyle ilgilenmek zorunda kalmasını gösterenler de olmadı değil. Doğrusu ilgilendi de. Babasının yaşlı avukatı Münür beyin yardımıyla, tüm ortaklık paylarını paraya dönüştürdü, yalnız Enis beye bağlı olan birkaç işyerini, avukatının uyarılarını dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.

      Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin

Скачать книгу