Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 19

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

Yusuf Aksu’yu yalnızca bir söylen olarak tanıyanlardandı. Bu nedenle, uzun araştırmaların ardından, Maçka’daki apartmanı bulduktan sonra, kapıcıya ve hizmetçiye dökülen diller, avuçlarına sıkıştırılan okkalı bahşişler yardımıyla, pek öyle herkese açılmayan kapısından girerken, bin yıldır kapalı kalmış bir tapınağa giriyormuş gibi bacakları titredi; pencereleri yüzyıl başlarından kalma koyu kırmızı kadife perdeler arasından Kızkulesi’ni aşarak Salacak’a ve Sarayburnu’na bakan görkemli salonda, kocaman bir koltuğun ucuna iliştikten sonra da uzun süre yenemedi titremesini. İlk dakikalarda, gerek kendisini karşılayan kır saçlı, uzun bacaklı adamın kötü onarılmış robot yürüyüşüne, diz verip kısalmış pantolonuna ve koltuk altları sökülmüş, lekeli, kalın balıkçı kazağına, gerek anlamsız yanıtlarına ve çocuksu tepkilerine bakarak doğru yerde, ama yanlış adam karşısındaymış gibi bir izlenime kapılarak ürperdi. Sonra, yavaş yavaş, nicedir yabancılardan uzak duran Yusuf Aksu ürkek ve şaşkın davranışlarının, özellikle de bakımsız giyiminin yaptığı çağrışımın etkisiyle güvene gelerek daha candan davranmaya başladıkça, o da ilk bakışta yoksulluk, sakatlık ve alıklık izlenimi uyandıran bu belirtilerin gerçekte birer alçakgönüllülük ve bilgelik göstergesi olduğunu düşündü, sol yanda büyük boy kitaplarla dolu, kocaman kitaplıkta, görkemli bir masanın ve antika sehpaların üzerinde kimi açık, kimi kapalı, üst üste, yan yana duran, kocaman ciltli kitapların varlığından da kendi özgün kuramını geliştirme yolundaki araştırmalarını sürdürdüğü sonucunu çıkardı. Önerisini yapmanın tam zamanı olduğunu düşündü.

      Yusuf Aksu, öğrenciliğinde, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, dil konularına büyük bir ilgi gösterdiğini, ama hiçbir zaman kendi başına bir kuram oluşturmaya yeltenmediğini söyledi; dilin kökeni ve yazıyla ilişkileri üzerine “ufak tefek birtakım kişisel gözlemleri” bulunmakla birlikte, “alaylı” niteliğiyle büyük bilim adamları arasında “sırıtacağını” belirtti, Uluslararası Dilbilim Günleri’ne katılma önerisini kesin bir dille geri çevirdi. Ancak, bu saygılı, güler yüzlü, iki dirhem bir çekirdek adamın evin değişmez ortamında serin bir hava estirdiğini, ona pek benzemese bile, gençliği, aklığı ve ufak tefekliğiyle uzaktan uzağa Yunus’u çağrıştırdığını düşünüyor, sözü üniversiteye ve burada yarattığı büyük etkiye getirmesi hoşuna gidiyordu. Kendisi de şaştı buna: bunca yıldır çevresinde evde çalışanlar ve baba dostu yaşlı avukat Münür bey dışında, kimsecikleri görmüyordu; yalnız birkaç yıl önce, Vartan efendinin ölümü üzerine, Münür beyin Müslüm adında orta yaşlı, ama tıpkı Vartan efendi gibi çocuksuz bir kapıcı bulmasından, onun ardından artık çok yaşlanmış olan aşçının da değişmesinden sonra, tüm yaşamı altüst olmuş gibi bir duyguya kapılmış, bu iki sıradan yardımcıya alışmakta bile güçlük çekmişti. İlk kez gördüğü bir yabancıdan hoşlanacağını hiç sanmazdı, ama durum ortadaydı işte: belki yalnızlık çok uzun sürdüğünden, belki yaşlanmaktan, belki Yunus’la dolup taşan gençlik anılarının büyüsünden, belki de gelen konuk canayakın ve içten göründüğünden, yavaş yavaş gevşedi, hem, karşısındakinin de ikide bir kesinlediği gibi, bilgisinin ötekilerinkine göre daha sağlam ve daha yeterli olabileceğini düşündü, hem de aracı böylesine kibar ve dürüst bir bilim adamı olunca, topluluk karşısına çıkmayı pek de aykırı görmemeye başladı. Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un, “Sizin yazı ile dilin ilişkisi konusundaki özgün düşünceleriniz kimi belleklerde yer etmiş, ama yalnızca kimi belleklerde ve bulanık bir biçimde; bunu somutlaştırmak bir yurttaşlık, hatta insanlık görevidir,” demesi üzerine, hem koltukları kabardı, hem de bir zamanlar Yunus’un kendi görüşlerini benimsetmek için nasıl çırpındığını anımsayarak genç adamın istediği bildiriyi sunmanın gerçekten bir görev sayılabileceğini düşündü, “Evet, ben ve arkadaşım van Ginneken’in kuramını temellendirmeye ve geliştirmeye çalışmıştık,” dedi.

      Doç.Dr. Altınsoy bu adı hiç duymamıştı, hemen defterine yazdı, sonra övgünün oranını yükselttikçe yükseltti. Yusuf Aksu duygulandı, kendini Yunus’un yaşadığı günlerde bulur gibi oldu; daha da önemlisi, bu görev kendisinden değil de Yunus’tan isteniyormuş gibi bir duyguya kapıldı; bayağı yumuşadı. Sonunda, direnci tümden kırıldı, konuyu düşüneceğini söyledi. Genç öğretim üyesinin üçüncü gelişinde, daha önünde dört buçuk ay gibi uzun bir süre bulunduğunu, dolayısıyla kararını her an değiştirebileceğini düşünerek “Peki, sizin dediğiniz olsun,” dedi. O gittikten sonra, oturup görüşlerini kâğıda dökmeyi denedi, bu amaçla bir sürü ansiklopedi karıştırdı, ama, tarih dersindeki tartışmanın olduğu gibi gözlerinin önüne gelmesine, Yunus’un varsayımlarını ve karşı-tanımlarını çok iyi anımsamasına karşın, alışkanlığını yitirdiğinden olacak, tek satır yazamadı. “Günümde değilim bugün,” diye düşündü; birkaç gün sonra bir kez daha denedi, gene olmadı. “Olsun, nasıl olsa hepsi belleğimde, hatta dilimin ucunda,” diye düşündü, sonra tümden unuttu konuyu.

      Görüldüğü gibi, Yusuf Aksu’nun Southampton Üniversitesi’nden gelmiş bir yaşlı profesörle İngiliz uyruklu bir hanım okutman ve Amerika Birleşik Devletleri basın ataşesinin de katılımı sağlandığı için uluslararası olarak nitelenen bu dilbilim toplantılarına rastlantıyla katıldığını ya da, gene rastlantıyla, birdenbire ünlendiğini söylemeye olanak yoktu. Hiç kuşkusuz, ünü o güne dek hem çok sınırlı, hem yalnızca sözel bir ündü: bilindiği kadarıyla, ne gazetelerde adı geçerdi, ne dergilerde; ancak, biraz da Doç.Dr. Altınsoy’un girişimleri sonucu, toplantının ikinci günü, yani bildirisini sunacağı gün, iki büyük gazete kendisinden “efsanevi dilbilimci” diye söz etti, bir başkası “büyük Türk dilbilimcisi emekli profesör Yusuf Aksu” diye andı; ayrıca, gazetecilerin, açılışlar ve şölenler dışında, bu türlü toplantılara pek uğramamalarına ve geceden beri ortalığı sele veren zorlu bir kasım yağmurunun ulaşımı altüst etmiş olmasına karşın, uzmanlara ve izleyicilere ayrılan sıralar gibi basına ayrılan sıraların da tümden dolmuş olması sözel ününün bayağı etkili olduğunu ya da, Doç.Dr. Altınsoy ve dostlarının katkısıyla, birden büyüyüverdiğini kanıtlıyordu; çünkü, ikinci sırada, sırtında modası geçmiş, üstelik oldukça yıpranmış bir kahverengi ceket, boynunda sıkıca bağlanmış bir incecik kravat, gözleri ürkek ve şaşkın, kendisini bu toplantıya nerdeyse zorla getirmiş olan genç doçentin yanında büzülüp otururken, kimileri gelip saygıyla elini sıkıyor, kimileri yanındakilere onu göstererek adını fısıldıyordu. Ama o, tıpkı sokakta bıyıklı adamlardan korktuğu günlerdeki gibi, tüm bu insanlardan çekiniyor, kendi evinde güleç bir insanla görüşmekle yabancı bir ortamda kalabalık içine çıkmanın aynı şey olmadığını düşünüyor, genç adamın güzel sözlerine kandığı için kendi kendine kızıyordu. Oturumun başkanlığını yapan keçi sakallı profesör “Şimdi tarih içinde yazı ve dil arasındaki ilişkiler konulu bildirisini sunmak üzere büyük hocamız sayın Yusuf Aksu’yu kürsüye çağırıyorum; hocamızın Türk dilbilimindeki önemli yerini herkes bilir; bu nedenle, kendisini ayrıca tanıtmayı gereksiz buluyorum,” dediği zaman, tüm salon güçlü bir akımla dalgalandı, sonra, uzun ve coşkulu alkışların ardından, derin bir sessizliğe gömüldü.

      Yusuf Aksu, genç doçentin dürtmesi üzerine, korka korka doğruldu, sonra, kulaklarında yalnızca kendi ayak sesleri, bozuk robot yürüyüşüyle kürsüye doğru ilerledi. Kürsüde, tüm bedeninin zangır zangır titremekte olduğunu ayrımsadı, en az bir dakika süresince, yerine dönmekle bildirisine başlamak arasında duraladı; sonra, birdenbire, Yunus gibi kekelemeye başlayacakmış, hatta, daha şimdiden, için için kekeliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; aynı anda, ak kâğıt üstüne kara

Скачать книгу