Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

de acısı depreşmesin diye, resim, kitap, eşya, Yunus’u anımsatabilecek her şey özenle toplanıp ortadan kaldırılmış, “evim” dediği arakatın kapısının önüne de iki koca dolap yerleştirilmişti. Ne var ki, dostunun acısını benliğinde duymak için, Yusuf Aksu’nun onun odasını ya da eşyalarını görmesi gerekmiyordu: yokluğu da, varlığı da hep içinde, bedeninin tüm gözeneklerindeydi. Sürekli ağlaması bundandı.

      Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.

      Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.

      Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle, sözcüklerini duru bir su gibi art arda sıraladığını, bir yandan her sözcüğü on parçaya bölerek kekelediğini duyuyor, bir yandan da sanki Yunus ölmemiş de şu ya da bu biçimde gelip içine yerleşmiş, bu sözleri söyleyen de oymuş gibi bir yanılsamaya kapılıyordu. Uzun mu, kısa mı konuştu, hiçbir zaman bilemedi; ama, konuşması bittiği zaman, çocukların büyük çoğunluğunun gözlerinde bir hayranlık parıltısıyla kendisini dinlediğini gördü; ne zamandır ilk kez mutluluğa benzer bir şeyler kıpırdadı içinde; Yunus’un güleç yüzü gözlerinin önüne geldi; yanlış bir iş yapmış gibi kızararak başını önüne eğdi. Sonra, anladı ki benzersiz belleği bir kez daha yardımına koşmuştu: Tchang Tcheng Ming’in, Vigenère, Duret ve van Ginneken’in düşünceleri konusunda Yunus’tan dinlediklerini anlatarak çevresinde kendisine gülmek için toplanan bunca insanı büyüleyivermişti.

      Tuhaf bir rastlantıyla, aynı günün gecesi, düşünde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineledi: yer aynı, yüzler aynı, soru aynı, yanıt aynıydı; ancak, bu kez her sözcüğü bedeninin derinliklerinden, belki de bilek damarlarından sökerek çıkardığını, bu nedenle, uzun uzun kekelediğini iyice ayrımsıyordu; ayrımsayamadığı tek şey kekelediği sözcüklerdi. Gene de o günün ve o gecenin anısını yalnızca bir kez yaşanan bir mutluluğun anısı olarak sakladı.

      O günden sonra da kışkırtmaların altında kalmadı; zorla tartışmaya çekilince, Yunus’un benimsemeyeceğini düşündüğü görüşlere gene tüm gücüyle karşı çıktı. Böylece, gülme ve sevinme yeteneğini tümüyle yitirmiş olduğundan kuşku duymamakla birlikte, benliğine Yunus’un kattıklarının onun ölümüyle silinmediğini, daha da iyisi, şimdi Enis beyin kendisini nüfusuna geçirmesinden, bir başka deyişle, Yunus’un yasal kardeşi durumuna getirmesinden sonra, her şeyi eskisinden daha iyi kavradığını, bu arada, dostunu dinlerken belleğine yerleştirdiği ilginç bilgiler ve parlak düşünceler bir yana, ansiklopedilerden eskisinden daha çok ve daha iyi yararlandığını, öğrendiklerini de yeri geldikçe nerdeyse gerektiği gibi kullanabildiğini gördü. Hatta, zaman zaman, Yunus’tan bunca kısa bir sürede bunca çok şey öğrenebilmiş olmasına herkesten çok kendisi şaştı: çok şey biliyordu, bildiğini oldukça düzgün anlattığı da açıktı.

      Hiç kuşkusuz, şimdi, Yunus öldükten sonra, hem konuşacak kimsesi bulunmadığı, hem acısını unutmak umuduyla sürekli bir şeylerle uğraşmak istediği, hem de artık aradığı her bilgiyi bulabilecek durumda olduğu için, ansiklopedilere daha çok zaman ayırıyor, her şeye hazır olmak amacıyla, sürekli olarak onlara sığınıyordu. Bu ikili destekte, Yunus’un payının çok daha büyük olduğundan kuşkusu yoktu. Zaman zaman, özellikle de bir tanımın ya da bir düşüncenin usuna birdenbire doğuverdiği anlarda, bir göz kamaşması içinde, öylece susup kaldı, bu tanımı ya da bu düşünceyi daha önce Yunus’tan dinleyip dinlemediği konusunda kuşkuya düştü; ama, hemen her seferinde, hele kişisel düşünceler söz konusu olunca, içinde kendi yerine Yunus’un düşündüğünü, Yunus’un konuştuğunu duydu hep. Bu yüzden olacak, ondan öğrendiklerini yinelerken, hep kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Kısacası, yaşamına Yunus’un getirdiği ışığın bir parçası hep kalmıştı, sürükleyip götürüyordu onu, geri yanı zifir gibi bir karanlık bile olsa.

      Ne olursa olsun, sınıf arkadaşları kendisine yıllar önce taktıkları “Hoca” adını o yıl daha sık kullanır oldular. Kendisi de, özellikle Yunus’un ölümünden bu yana, daha çok orta yaşlı bir adamı çağrıştıran seyrelmiş saçları, sararmış yüzü, zayıf bedeni, ağır devinimleriyle bu adlandırmayı haklı çıkardı. Bu arada, alışılmış sessizliğini hiçbir zaman tam olarak üzerinden atmasa bile, dillere ve dilbilime gittikçe daha çok verdi kendini. Yunus’un yapay

Скачать книгу