Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

bir gönderge olarak kaldı. Böylece, kürsüden indirilişinin üzerinden en az iki yıl geçtikten sonra bile, çok ünlü bir köşe yazarı, ülkenin genel durumunu eleştirirken, “Başbakan konuşur, halk susar; kayınbirader karşılıksız kredi, işçi emek karşılığı hava alır; profesör kürsüde sabah akşam kapitalizmi över, kimseden çıt çıkmaz; ama kırk yılda bir bir Yusuf Aksu çıkıp da kralın çıplak olduğunu söyleyince, yaka paça kürsüden indirilir,” diye yazıyor; ondan tam altı ay sonra, bir başka köşe yazarı, üniversite diplomasının nasıl değer yitirdiğini anlattıktan sonra, yazısını, “Yusuf Aksu belki de diploması olmadığı için böylesine büyük!” diye bitiriyordu.

      Şu var ki, ne denli “en büyük” olursa olsun, ününü bir anda tüm ülkeye yaymış olan olay unutuldukça, Yusuf Aksu’yu ananlar da gittikçe azalıyordu. Yusuf Aksu’ysa, eski durgun yaşamına dönmüştü gene: sabah kalkınca ilk işi dişlerini fırçalayıp tıraş olmak oluyor, sonra, nereden kaynaklandığını kendisinin de bilmediği bir esinle, belki yıllar önce büyük dostuyla birlikte yaptığı dil araştırmalarının, belki yalnızlığın getirdiği durgunluğun etkisiyle, daha az çaba ilkesini yaşamına da uyguluyor; salondan yatak odasına, kitaplıktan banyoya ya da mutfağa giderken, daha önceden belirlenmiş en kısa yoldan yürümeye özen gösteriyor, dalgınlıkla çizginin dışına çıktığı olunca da geri dönüp baştan başlıyordu. Hiçbir zaman fazla konuşkan olmamıştı, ama, böyle ne yaptığını sordukları zaman, aşçıya, hizmetçiye ya da kapıcıya bunları bir ansiklopedi maddesi okur gibi, düzgün ve yöntemli bir biçimde anlatmaktan da çekinmiyordu. Onlar da kendi aralarında, “Yusuf bey bir tuhaf oldu,” diye konuşuyorlardı. Öyleydi gerçekten, yani eskisinden daha tuhaftı. Ne var ki, birkaç ayrıntı bir yana, fazla değiştiği de söylenemezdi. Hayır, eskiden olduğu gibi, gazetede gördüğü ya da radyoda işittiği bir sözcüğün esiniyle sözlüklerine ve ansiklopedilerine eğiliyor, yorulunca radyosunu karıştırıyor, ondan da bıkınca, bilmediği bir dile ilişkin bir kitap açıyor, sanki hâlâ Yunus’un dostu olmayı hak etmek söz konusuymuş gibi, canla başla öğrenmeye çalışıyordu. Şu var ki, şimdi dikkati çok daha çabuk dağıldığından, elindeki sözlük ya da ansiklopedi ona çok geçmeden Yunus’u çağrıştırıyor, o da Yunus’un tükenmez anılarına dalarak kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman basbayağı gülüyor, kimi zaman da acıyla içini çekiyordu; arada sırada avukat Münür bey, yeni kapıcı Müslüm efendi ve öteki adamlarıyla giriştiği kısa söyleşiler bir yana bırakılırsa, durumunu değiştirme, alışkılarının kalın kabuğunu kırıp insanların arasına dönme yolunda parmağını bile oynatmıyordu; son deneyim herhangi bir değişiklik girişiminin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermişti: “Boyumun ölçüsünü aldım,” diyordu kendi kendine. Hatta insanlardan bayağı ürküyordu. Bunu da beklenmedik bir oluntuya borçluydu.

      Sokağa çıktığı ender günlerden birinde, arabasını beklerken, belki kılığının, belki yaşının, belki başka bir şeyin etkisiyle, kapının önünde, sokakta oynayan çocuklardan birinin, atmak üzere olduğu topu bağrına basıp öylece durarak “O adam!” dediğini duymuş, bunun üzerine, sokaktaki tüm çocukların oldukları yerde durup yarı şaşkınlık, yarı ürperti, biraz da saygıyla kendisine baktıklarını, araba gelince bile, bir süre öylece kaldıklarını görmüştü. Daha sonra, çevreye biraz daha dikkat edince de gördü: ne zaman kapının önüne çıktıysa, çocuklar oyunu kestiler, birdenbire yeni bir oyuna başlarcasına, “O adam! O adam! Apartmanın adamı!” diye fısıldaştılar. Evet, “apartmanın adamı” diyorlardı, “apartmanın tini” ya da “apartmanın hayaleti” der gibi. Ne olursa olsun, bir yabancılık ve aykırılık izlenimi uyandırdığı kesindi. Böylece, daha uzak durdu insanlardan. Boşalan dairelere yeni kiracı almamakta ne kadar haklı olduğunu düşündü.

      Gene de, arada bir, özellikle kimi akşamüstleri, salonun beş penceresinden birinin önüne oturarak denizin üstünde durmamacasına bir yerlere doğru yol alan büyüklü küçüklü tekneleri izleyip kentin uğultularını dinlerken, kendinden uzaklarda sürüp giden bir yaşamın varlığını duyar gibi oluyor, gözleri dolacak ölçüde içleniyordu. Çok karışık bir biçimde, babalarının ya da annelerinin elinden tutmuş çocuklar, daracık bir odada bir sofranın çevresinde sıkışmış kadınlı erkekli topluluklar, mezarlıkta mezarların başına dikilip fatiha okuyan kadınlar ve çocuklar, çok ender olarak da bir ağacın altında birbirine öyküler anlatıp kahkahalarla gülen insanlar geçiyordu gözlerinin önünden. Ama o yaşamlar konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüşü bulunmadığı gibi şu yaşadığı yaşamı seçmekle iyi edip etmediğini de, hatta gerçekten seçip seçmediğini de bilmiyordu. Tüm bildiği, bazı bazı, çevresindeki nesnelerin, içindeki anıların da açıkça tanıklık ettiği gibi, gerçekte çoktan bitmiş bir yaşamın bekçiliğini yaptığıydı. Bekçiliğini yaptığı yaşam biraz yakından bildiği tek yaşam olduğuna göre de fazla yakındığı yoktu. Nasıl olsa, altmışının eşiğinde, yeni bir yaşama başlaması söz konusu olamazdı.

      Bununla birlikte, bazı bazı, dışarıda kentin ışıkları yanıp da çevresindeki karanlık gittikçe yoğunlaşırken, belli belirsiz bir biçimde, örneğin Doç.Dr. Tamer Altınsoy gibi genç ve candan bir insanın özlemini duyduğu, hatta, nerdeyse kapıyı çalmak üzereymiş gibi, onu basbayağı beklediği oluyordu.

      Birinci bölüm

      I

      Bayram Beyaz günde en az üç gazete okur, üstelik, yıllardan beri hiçbir olayı atlamamakla övünürdü. Bu nedenle, bir akşamüstü, gazetede, saymanlık müdürü Şemsi Çamlı’nın odasında, söz yolunu şaşırıp da Uluslararası Dilbilim Günleri’nin çevresinde dönmeye başlayınca, hele bir de Şemsi beyin gözde dostu, Valéry ve Mallarmé tutkunu iç hastalıklar uzmanı Prof.Dr. Osman Nuri Balcı “Bayram’cığım, senin belleğin çok güçlüdür; o toplantının altını üstüne getiren şu büyük dilcinin adı neydi, söylesene!” deyince, tepesi attı, ünlü hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu. O sırada emeklilik işlemleri konusunda müdürle bir ayrıntıyı konuşmaya gelmiş olan yaşlı bir spor yazarı “Böyle adlar unutulmaz: Yusuf Aksu!” dedi, gazeteye birkaç hafta önce girmiş olan ünlü köşe yazarı Firuz Polat da “Evet, şimdi anımsadım: Yusuf Aksu,” diye onayladı ya o gene hiçbir şey anımsamadı. “Siz beni işletiyorsunuz: böyle bir adam yok, böyle bir olay da olmadı,” diye çıkışarak herkesi şaşırttı: en karmaşık saymanlık işlemlerini bile bir kez açıklandıktan sonra tıkır tıkır yürütürken, en sıradan yaşam sorunları karşısında eli ayağı birbirine dolaşan, dünyanın en uzak köşesinde geçen olayları ayrıntılarıyla bilirken, çalıştığı gazetede gözleri önünde olup bitenleri anlamakta güçlük çeken, yayayken büyükçe bir caddede karşıdan karşıya geçmesi başlı başına bir sorun olurken, dostlarının Kızıl Tosbağa diye adlandırdıkları ünlü Volkswagen 303’üyle en dar ve en kalabalık yollarda suda balık gibi dolaşan bu hem palaçor, hem özenli, hem becerikli, hem bön arkadaşlarını biraz da bu tutarsızlıkları için severlerdi. Gene de tepkileri karşısında sık sık şaşkınlığa kapılır, gün görmüş saymanlık müdürünün onun gazetede işe başlamasından bilemedin üç ay sonra dile getirdiği gözlemi bir kez daha anımsarlardı: “Bu çocuğun beyninin bir yarısı çalışırken, öbür yarısı güzellik uykusundadır.”

      Gözlemin geçerliliği benimsenirse, Bayram Beyaz’ın müdürü bir kez daha haklı çıkardığı söylenebilirdi:

Скачать книгу