Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 23

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

belgeliğine götürdü onu.

      Bayram Beyaz burada uzatılan tahta iskemleye bir oturdu, bir daha da uzun süre kalkmadı: işlerini yüzüstü bırakmak pahasına, tam iki gün süresince, sabah dokuzdan akşam dokuza, üç yıl öncesinin gazetelerinde Yusuf Aksu’nun ilginç serüvenini izledi. Kimi zaman yumruğunu masaya vurarak “Olamaz!” diye homurdanıyor, kimi zaman “Böyle bir şeyi düşümde görsem, inanmazdım!” diye söylenerek dalıp gidiyordu. Yusuf Aksu olayını gözden kaçırmış olduğunu anlaması için, iki gün boyunca belgelikte gazete karıştırmasına gerek yoktu kuşkusuz: ne denirdi, insanlar her baktıklarını görmüyorlardı; ama, olayın ayrıntılarına daldıkça, tuhaf bir şeyler oluyordu Bayram Beyaz’ın beyninde: bilinmez bir gücün kendisini bu adama doğru çektiğini duyuyor, adını daha yeni işittiği bu olağanüstü bilim adamının nereye varmak istediğini pek kavrayamamakla birlikte, “Sanırım, aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu.

      Bayram Beyaz’ın aradığı bir adam yoktu, ama, en az iki yıldır, havasız ve ışıksız bir hücrede dört döner gibi, bir boşluk ve aldatılmışlık duygusu içinde gidip geliyor, herhangi bir çıkış yolu da göremiyordu. Dostlarının anlattığına göre, yaklaşık beş yıl önce, hem çok çalışkan bir öğrenci, hem tek namazını aksatmamış, orucunu yolculukta ve hastalıkta bile bozmamış, ödünsüz bir müslüman olarak, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiği zaman, böyle bir sorunu yoktu. Bugün olduğu gibi o zaman da dünyaya ve ülkeye ilişkin her şeyi bilmeye, her şeyi birbirine bağlamaya büyük önem veriyordu; genellikle bunu başaramamakla birlikte, ta Tokat Lisesi’nde okuduğu günlerden beri, Tanrı aşkını dünyaya egemen kılmanın her aksaklığı düzelteceğine inanmaktaydı, bu nedenle de içi rahattı: en azından çözümü biliyordu. Böylece, bu ülkede inanmış kişilerin haklarını savunmak üzere politikaya atıldığını söyleyen güçlü bir işadamının yanında oldukça dolgun bir aylıkla iş bulup da her konuda ona yardımcı olmaya başlayınca, daha bir rahatlamıştı: hem iyi para kazanarak gönlünce yiyip içiyor, hem de kutsal bir amaç için çalışmanın mutluluğunu duyuyordu; patron da yanında çalışanların her sorununu düşünen, yücegönüllü bir insana benziyordu doğrusu; örneğin, o günlerde pek az insan böyle bir gereksinim duyarken, “Parasını aylığından keseceğim,” diyerek avcuna az kullanılmış bir kırmızı Volkswagen 303’ün anahtarını sıkıştırmış, bir an önce sürücülüğü öğrenip ayaklarının yerden kesilmesi için de şoförünü tam iki ay onun buyruğuna vermişti.

      Ne var ki Bayram Beyaz’ın Volkswagen 303’ün direksiyonuna geçmesiyle patronun özel yaşamını tanımaya başlaması aynı zamana rastlamıştı: dindar adam tecimini yüzde doksan “gayrimüslimlerle” yürütüyor, haftada en az iki gecesini küçük kızı yaşındaki metresinin yatağında geçiriyor, kızlarının baş bağır açık gezmelerine hiç sesini çıkarmıyor, yandaşlarına yalan üstüne yalan söylemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Bayram Beyaz böyle bir dinsiz için çalışmayı sürdürmenin Tanrı’ya da, Peygamber’e de saygısızlık olduğunu düşündü: borcunun bitmesini bile beklemeden adamla ilişkisini kesti, birkaç işe daha girip her birinde bir başka ikiyüzlülük ya da dolandırıcılık türüne tanık olduktan sonra, namazı ve orucu da, din yolunda savaşmayı da işin uzmanlarına bıraktı: her şeyi bilen ve gören yüce Tanrı, geçici bir biçimde bile olsa, yolundan gittiklerini söyleyen madrabazların insanları böyle utanmazca aldatmasına izin veriyorsa, sorunlarını kendisi çözsündü, Bayram Beyaz bu işte yoktu. Sonunda, tüm geçmişine meydan okurcasına, yansızlığıyla ün yapmış olan bu gazeteye girdi. Burada, patron değilse de çalışanlar ille de söylediklerinin tersini yapmak ya da yaptıklarının tersini söylemek zorunluluğunu duymuyorlardı; öte yandan, görevi gazetenin hesap işlerine bakmakla sınırlı da olsa, politikaya ve felsefeye meraklı bir insan olduğundan, düşünce ürettiği varsayılan bir kuruma katkıda bulunmak hoşuna gidiyordu; müdürü de hoş bir adamdı doğrusu, her konuda bir görüşü, her çevreden dostları vardı; ayrıca, aralarındaki büyük yaş farkına karşın, kendisine arkadaş gibi davranıyor, dost söyleşilerine onu da katmakta bir sakınca görmüyordu. Böylece, ilk seçtiğine yüzde yüz karşıt bir yolda da olsa, bayağı ilerlediğini, düşünsel çevreninin gittikçe genişlediğini sezinlemekteydi.

      Bununla birlikte, ilk işinden ayrılmaya karar verdiği günlerden beri içinde çırpınmaya başladığı boşluk duygusu hep sürmekteydi. Bu duyguyu yenebilmek için, Şemsi Çamlı’nın salık verdiği, kimilerini de kendi evinden getirdiği felsefe kitaplarını okumaya girişti. Platon’ dan Aristoteles’e, Schopenhauer’den Nietzsche’ye, birçok filozofu elden geçirdi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç girişmemiş olmayı yeğ tutardı: başlangıçta her şey çok iyi gidiyor, hangi felsefeciyi okursa okusun, hem yüzde yüz anlıyormuş gibi bir izlenime varıyor, hem de söyleneni tümüyle benimsiyordu: “İşte aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu her seferinde. Ne var ki, ilk sayfaları aşıp da ayrıntılara gelince, gerçek yaşamın açıklarına düşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, her şeyi karıştırmaya başlayarak yeniden başa dönüyor, ancak daha iyi anlayayım diye geri döndüğü sayfa, bu kez sorgulayarak okuduğundan, çok daha karmaşık geliyor, yazarının haklı mı, haksız mı olduğunda bir karara varmak şöyle dursun, tam olarak ne dediğini anlamakta bile zorlanıyordu. Her şeye karşın, bir meydan okuma duygusuyla, dişini sıkıp kitabın sonuna dek gidiyordu, ama sonuç hep aynıydı: tarihleri, yer ve kişi adlarını, olayları belleğine yerleştirmekte öteden beri fazla güçlük çekmezken, felsefe kitaplarından belleğinde ezici bir yorgunluk izleniminden başka hiçbir iz kalmıyor, böylece, Kant da, Schopenhauer da, Nietzsche de, Platon da onun için hep aynı çizgide birleşiyordu: filozoflar kulağını tersinden gösteren adamlardı, hiçbir zaman kavrayamayacaktı onların gerçek düşüncelerini. Böylece, felsefe defterini şimdilik kapatmıştı, ama umudunu kesmiş değildi, kafasını ta çocukluğundan beri veli ve pir öyküleriyle doldurmuş olmasının da etkisiyle, bu işin bir odaya kapanıp kitap okumakla gerçekleştirilemeyeceği, felsefenin de tıpkı saymanlık, tıpkı sürücülük gibi, bir hocadan ya da bir ustadan öğrenilebilecek bir uğraşım olduğu sonucuna vardı. Böyle soğuk ve soyut kitapların ötesinde, karşısına diz çöküp oturulacak, ne öğrenmesi gerekiyorsa onu öğretecek, bir usta, bir ayrıcalıklı adam düşlemeye başladı.

      Yusuf Aksu işte böyle bir dönemde çıktı karşısına.

      Bayram Beyaz, “bilim ve düşün çevrenimizden bir kuyrukluyıldız gibi geçen” bu gizemli bilgin üzerine söylenenleri okumaya giriştikten sonra, belki üçüncü, belki dördüncü yazıda, bir tür içgüdüyle, aradığı ustanın bu adam olabileceğini düşündü. Besbelli, ünden, şandan, gösterişten tiksinen, gerçek bir bilgeydi. Ünlü köşe yazarlarımızdan birinin kendisini “dili ve tarihi felsefeyle harmanlayan büyük bir bilgin” diye nitelediğini görünce, sanısı daha da güçlendi; arkasından, gazetecilere söylediği “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor!” tümcesini okuyunca, felsefe kitaplarını neden anlamadığını da kavrar gibi oldu, herkesin önderliğe kalktığı bu tuhaf toplumda kendi sessiz köşesine çekilmeyi yeğleyen bu adamın gerçekten büyük bir düşünür, her şeyin kökenine inmeye çalışan bir bilge, dolayısıyla kendisini bu boşluk ve aldatılmışlık koşulundan kurtaracak tek adam olduğundan kuşkusu kalmadı, “Ne pahasına olursa olsun, ona ulaşacağım!” diye söylendi, düşüncesini arkadaşlarına da açtı.

      Arkadaşları güldüler: bir kez, alanını şaşırmıştı: bunca zamandır iyi bir felsefeci diye sayıklayıp durmuştu, bu adamsa, adı üstünde, dilbilimciydi. İkincisi, “Hemen gidip görüşeceğim onunla,” diyordu, oysa, Yusuf Aksu olayını ayrıntılarıyla inceledikten

Скачать книгу