Yalan. Yücel Tahsin

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 21

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yalan - Yücel Tahsin

Скачать книгу

Uluslararası Dilbilim Günleri’nde toplantı salonunu yuhalarla çınlatmış olan dilciler, davranışlarını aklamak amacıyla tüm gazetelere yollanan ortak bir yazıda, Yusuf Aksu’nun görüşüne şiddetle karşı çıktıktan sonra, yazının bulunuşunun dilin oluşumundan binlerce yıl sonra geldiğini kanıtlamak için birçok bilim adamına göndermede bulunup birçok tarih ve olgu sıraladılar. Ne var ki gazeteciler arasında bu yazıya değer veren olmadı: kimi, “Adam saçmalamış olsa, bu kadar patırtı kopar mıydı?” diyerek gülüp geçti, kimi, kanıtları geçerli bulduğu zaman bile, “Bu hocalar gerçekten kelek: Yusuf Aksu’nun kendileriyle ince ince alay ettiğini hâlâ anlayamamışlar!” dedi; kimi, “Adamı konuşturmadılar bile, gerçekten böyle dediğini kanıtlayacak bir belge yok ki ellerinde! İki çift lafını da kıçından anladılar herhalde!” diye gülüp geçti; kimi de, yayımlansın diye yollanmış uzun yanıtı buruşturup çöp sepetine atarken, “Sen herifin sözünü daha ilk tümcesinde ağzına tıka, sonra da söyletmediğin sözlere sayfa sayfa yanıt ver! Onun da bir bildiği vardı herhalde, önce onu dinlemek gerekir!” diye homurdandı.

      Bu olanağı kendileri yaratmak için ellerinden geleni yaptılar doğrusu: hem “bilimsel olduğu söylenen bir toplantıda” bilim adamlarınca engellenen söz hakkını gazetede kendisine fazlasıyla sağlamak, hem de yaşamı ve görüşleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için, nice gazeteci günler boyunca Maçka’daki tarihsel apartmanın kapısını aşındırdı. Şimdi bunu yapmak daha bir doğal, daha bir gerekli görünüyordu: başlangıçta fısıltıdan doğmuş ünü ve alçakgönüllü görünüşü, kendini tüm varlığıyla bilime adamış adam imgesi çekmişti onları, şimdi, uzaktan bile olsa, kendisini somut olarak görüp izlemelerinden sonraysa, oturduğu bu görkemli apartman, bu apartmanın tümünün kendi malı olması, bindiği eski model, ama pırıl pırıl Cadillac ve özel kılığıyla bir önceki yüzyıldan kalmış izlenimi uyandıran ak saçlı şoförü büyülüyordu. Onu yüceltmek için elinden geleni yapmaya hazırdı hepsi. Ama Yusuf Aksu kalabalığı, gürültüyü ve gevezeliği oldum olası sevmemişti; umulmadık bir gözükaralıkla, patırtının odağına dek gittikten sonra, bu tatsız deneyimi unutmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Gene de, bir akşamüstü, tam on gündür sabahın sekizinden akşamın dokuzuna kadar apartmanın önünde nöbet tutan bu genç insanlara acıyarak dairesinin kapısının önünde görüştü onlarla, ama Uluslararası Dilbilim Günleri’nde kendisine yapılanlar konusundaki bitmez tükenmez soruları karşısında, ya sustu, ya da bilim adamlarına her zaman saygı duyduğu, bu olayın da saygısını azaltmadığı gibi pek de inandırıcı görünmeyen sözler söyledi; geliştirdiği özgün dilbilim kuramına ilişkin sorular sorulunca da Yunus’un alaycı bakışlarının üzerine dikildiğini görür gibi oldu, ermişlere yaraşır bir alçakgönüllülükle boynunu büktü, “Kuram mı? Hangi kuram? Ben kimseye bir kuram geliştirdiğimi söylemedim,” demekle yetindi.

      Bir bayan gazeteci birden ileriye fırladı o zaman.

      “Peki, efendim, Sezen Aksu’yla bir akrabalığınız var mı?” diye sordu.

      Yusuf Aksu şaşırdı.

      “Sezen Aksu mu? Hangi Sezen Aksu?” dedi.

      “Hangi Sezen Aksu olacak, hocam? Sanatçı Sezen Aksu, yani Minik Serçe. Yoksa siz bir Sezen Aksu daha mı tanıyorsunuz?” dedi bayan gazeteci.

      Yusuf Aksu şaşkın şaşkın başını salladı.

      “Hiçbir Sezen Aksu tanımıyorum, hiç kimseyle de akrabalığım yok,” dedi, “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor,” diye söylenerek evine girdi.

      Genç gazeteciler, Yusuf Aksu’dan bundan fazlasını koparamayacaklarını anlayınca, yaşadığı ortamdan bir şeyler çıkarabilmek umuduyla, kendilerine evini gezdirmesini rica ettiler, o da isteklerini geri çevirmedi. Bu insanlar, fazlasıyla sıkıntılı bir akşamüstü, loş bir sahanlıkta, kapalı bir kapı önünde uzun süre ayakta dikildikten sonra, kendilerini, birdenbire, batmaya yüz tutmuş bir kasım güneşinin karşısında buluverince, nerdeyse hep birlikte, derin bir oh çektiler, amaçları Yusuf Aksu’nun evini gezmekken, bu yoğun ışığın kaynağına ulaşmak istercesine, gene hep birlikte pencerelere doğru yürüdüler, gözlerinin önüne serilen görünümün enginliği, derinliği ve yakınlığı karşısında başları döndü, bedenleri de bakışları gibi, başdöndürücü bir hafiflikle, Dolmabahçe Camisi’nin ve Kızkulesi’nin üstünden aşıp Salacak’ın damlarında, Topkapı Sarayı’nın ağaçları üzerinde dolaşırcasına, yürekleri denizin yüzeyinde parçalanan ışıklar gibi kıpır kıpır ve bu ışıklarla özdeşleşmiş durumda, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden, öylece dikilip kaldılar. Yusuf Aksu’nun oturup biraz dinlenmelerini önermesi üzerine, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğunu vurgular gibi görünen bu evde, her birinde ikişer buçuk adamın rahatlıkla oturabileceği, aslan ayaklı koltuklara yerleşip kollarını kocaman dirsekliklere dayadıkları zaman, bu gizemli özdeşlik duygusuna bir de şaşkınlık ve hayranlık eklendi; ayrıca, gözleri bilinmedik bir altın çağdan kalmış ve nerdeyse başka tür yaratıklar için yapılmış izlenimini veren, dev sehpaların, vazoların, halıların, tabloların bulunduğu çok geniş salona açılan ikinci bir salonun duvarlarında, Yusuf Aksu’nun görkemli çalışma masasının arkasında ve yanlarında, gül ağacı raflarda dizili pırıl pırıl ansiklopedi ve sözlüklerin görüntülerine alıştıkça, özdeşliğin odağı burasıymış, Dolmabahçe, Üsküdar, Salacak, Topkapı Sarayı, hepsi bu benzersiz dairenin birer uzantısı, ayrılmaz parçalarıymış gibi geldi onlara. Bu izlenimin etkisiyle olacak, karşılarında açılmaya başlamış alnı, ensesini aşmış kır saçları, tuhaf bir biçimde solgun yüzü, yakalarının uçları yukarı doğru kıvrılmış, damalı gömleği, fermuarı tam kapanmayan, ütüsüz pantolonu, hafiften uç vermiş göbeğiyle, kendilerine çocuksu bir utangaçlıkla gülümseyen Yusuf Aksu’ya da büyülü bir perdenin ardından bakar gibi baktılar, bu görkemli ortamla çelişen, sıradan ve nerdeyse yoksul görünüşüne karşın, bilinmeyen bir dinin peygamberi karşısındaymış gibi titrediler ve içlerini dolduran özdeşlik tansığını onun yarattığını düşündüler. Sonra, çevresine dalga dalga ağır bir ter kokusu yayan iriyarı kapıcının dağıttığı çaylarını yudumlarken, nesneleri ve insanları gerçek boyutlarına daha yakın bir düzlemde görmeye başlamakla birlikte, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, bu görkemli evi Yusuf Aksu’nun uzun bilimsel çalışmalarının bir ürünü olarak değerlendirmekten kendilerini alamadılar. Bir ara, içlerinden biri, belki de en gerçekçileri, arkadaşının kulağına, “İnsan bu evde bilim adamı da olur, ozan da!” diye fısıldayarak sanının tersinin de doğru olabileceğini vurguladı. Bir başkası “Derviş de!” diye ekledi. “Ya da her üçü birden: bilim adamı, ozan ve derviş.” Aynı kişi, birkaç gün sonra, gazetesinde, bu yarım saatlik konukluk üzerine yarım sayfalık bir içli yazı yayımlayarak savının pek de temelsiz olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Ama, yazısının sonlarında, “Hangi profesörün evinde bu kadar çok ansiklopedi var?” diye sorarken, ağırlığı evden çok, içinde oturana veriyor, dolayısıyla öteki düşünceyi de yabana atmadığını gösteriyordu.

      O dönemde, Uluslararası Dilbilim Günleri ve Yusuf Aksu’ya ilişkin haber ya da söyleşi nitelikli son yazı bu oldu. Ancak Yusuf Aksu adı köşe yazılarında uzun süre boy gösterdi.

      Söylemek bile fazla, yazarlarımızın elinin altında daha yazıya bile dökülmemiş bir tümceyle yıllar öncesinden gelen bir söylen dışında hiçbir kaynak yoktu, Yusuf Aksu’nun kişiliği ve düşünce evreni çevresinde

Скачать книгу