CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET - Celil Oker страница 3
“Remzi Bey… hoş geldiniz efendim.”
Kadının elini sıktım. Sanki bir şey yolunda değilmiş gibiydi kadının el sıkışında. Asansör refakatçim, kimseye bir şey demeden küçük egemenlik alanına girip sessizce kayboldu kayan kapının arkasından.
“Hoş bulduk,” dedim. “Nimet Hanım?”
“Evet,” dedi kadın. “Süha Bey sizi bekliyor. Pardösünüzü alayım.”
Trençkotumu çıkarıp Nimet Hanım’ın güvenli ellerine teslim ettim. Kadın trençkotumu sol kolunda ikiye katlı tutarak, sağ eliyle asansörün tam karşısındaki kapıyı işaret etti. Kapı hafif aralıktı. Başımla teşekkür edip, kapıyı ittim. İçeri girdim.
Benim yerimde siz olsaydınız, bir adım geri çekilip müzenin bekçisini arardınız. Gözünüzün değdiği her yerde yağlıboya tablolar vardı. Küçük tablolar, büyük tablolar, kalın oyma çerçeveler, sade, ince çerçeveler, Boğaziçi manzaraları, portreler, natürmortlar, nüler… Nüler, nüler… Duvarlar tablolarla doluydu. Asılacak yer kalmayınca, yan yana duvar diplerine dayanmıştı kimileri. Bir iki tanesi üst üste duruyordu. Tabloların arasında, ekranı benim evdekinin iki misli bir televizyon vardı. Televizyonun ekranı dörde bölünmüştü, birinde yukarıdan aşağıya doğru akan sayılar, diğer üçünde biri yerli üç haber kanalı izleniyordu. Sesi kapalıydı televizyonun. Yerde odanın zemininin neredeyse tümünü kaplayan bir halı vardı. En azından tablolar kadar değerli olduğu belli oluyordu.
Ama ben geri çekilmedim.
Sırtını odadaki tabloların hemen hepsine dönmüş, köşedeki bilgisayarının başında çalışan adama doğru ilerledim. Kapı arkamdan kapanınca çıkan sesi duyan adam başını çevirdi. Açık mavi bir takım elbise giymiş, hafif kırlaşmış saçları özenle geriye doğru taranmış, yüzünde rahat yaşamaya alışmışlıktan öte belirgin bir özellik bulunmayan bir adamdı. Yalnızca gözleri istediğinde rahatsız edici olabilecek bir kararlılıkla bakıyordu. Beni şöyle baştan aşağı hızla inceledikten sonra ayağa kalktı. Bana doğru yürümeden önce eğilip klavyede bir tuşa dokundu, monitördeki hesap tablosuna benzeyen şeylerin yerini zirveleri karlı bir dağ aldı. Uzaktan Erciyes’e benzettim. Flight Simulator’dekinden başka uçaklar kullanabildiğim günlerde Kayseri’ye yaklaşırken hayranlıkla seyrettiğim Erciyes’e.
Elini uzatmadı bana. Onun yerine odanın ortasında duran iki tek kişilik koltuktan birini gösterdi bana. Kocaman televizyon arkamda kalmıştı. Oturdum. Koltukların arasındaki alçak sehpada kocaman bir kül tablası vardı. Kendi adıma sevindim.
Süha Zengin olması gereken adam karşımdaki koltuğa oturmadan önce geri dönüp klavyenin yanında duran kocaman kahve fincanını aldı. Şeffaf olmayan bir bira bardağına benziyordu fincan.
“Hemen geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi o etkileyici sesiyle, oturup bacak bacak üstüne attıktan sonra. “Hafta sonları çalışır mısınız?”
Koltuğumda geriye yaslandım.
“Bizim işte seans hiç kapanmaz,” dedim. “Beni nereden buldunuz?”
“Hatırlı müşterilerimden biri ranseyman verdi diyelim,” dedi gülümseyerek. “Telefonunuzu da ondan aldım. Sizden, birini takip etmenizi istiyorum.” İçgüdüsel bir hareketle kafasını çevirip kapıya baktı.
Bana bir şey içip içmeyeceğimi sormamasını cebimden sigaramı çıkarıp yakarak cezalandırdım. Hiç oralı olmadı.
“Kimi?” dedim.
“Burada çalışanlardan birini.”
“Neden?” dedim.
Koltuğunda öne eğilip gözlerimin içine baktı.
“Bunu size söyleyemem,” dedi. “İstediğim şey, söz konusu kişiyi hafta sonu boyunca takip edip, nerelere gittiğini filan bana eksiksiz bildirmeniz.”
“Hafta sonu ormana pikniğe gideceğime sizin için çalışabilirim,” dedim. “Ama izleme nedenini bilirsem önemliyi önemsizden daha kolay ayırabilirim.”
“Size herhangi bir neden söylemeyeceğim,” dedi Süha Zengin. Koltuğunda geriye yaslandı. “Çok ısrar ederseniz uyduruk bir neden verebilirim. O da işinize yaramaz. Bütün bilmek istediğim cumartesi sabahından pazar akşamına kadar evinin dışında ne yaptığını bütün ayrıntılarıyla bilmek. Önemliyi önemsizden ayırmayı bana bırakın.” Son söylediklerinde sesi biraz yükselmişti.
“Ya evinden hiç çıkmazsa?” dedim.
“Raporunuz kısa bir rapor olur o zaman,” dedi.
Sigaramın biriken külünü o tertemiz, kocaman kül tablasına silktim.
“İzlendiğini bilmesini istiyor musunuz peki?” dedim.
İçeri girdiğimden beri ilk defa yüzümde ilgisini çekebilecek bir şeyler bulma ihtimali varmış gibi baktı bana. Gözlerinin kenarı biraz daha kırıştı. Bakaloryayı verdin Remzi Ünal dedim içimden. Geriye yaslanıp kocaman bir nefes daha çektim sigaramdan.
“Bu ihtimali düşünebilmeniz beni sevindirdi,” dedi sonra. “Sizin işinizde izlenenin izlendiğini bilmesinin yararlı olacağı durumlar olabileceğini tahmin ederim. Ama ben istemiyorum. Yeri gelmişken, tam aksine, bu işin yalnızca, ama yalnızca sizinle benim aramda kalmasını özellikle ve kesinlikle istiyorum.”
Kafamı sallayarak onayladım.
“Hakkımda ranseyman veren müşteriniz size söyledi mi bilmem,” dedim. “Fotoğraf çekme, telefon dinleme, mektup açma gibi âdetlerim yoktur. Size doğru olduğuna inandığım şeyleri söylerim. Bunlara inanıp inanmamak size kalmış.”
“Haberim var,” dedi kısaca. Yüzümde bir şeyler aramaya devam ediyordu.
“Hangi ayrıntıda bir rapor istiyorsunuz?” dedim sonra.
“Nasıl yani?”
Gözlerimi Süha Zengin’in arkasındaki duvarda asılı gemi resmine dikip, kesik kesik bir konuşmayla hayali bir rapor vermeye başladım.
“Kadın evden çıktı. Sokak merdiveninin son basamağında tökezledi. Gökyüzüne baktı. Bulutları görünce şemsiyesini açtı, köşedeki kestaneciden yüz gram kestane aldı.”
“Hayır, hayır, hayır,” diye sözümü kesti. “Ana hatlar yeter. Evden çıktı. Taksim’e gitti. Sinemaya girdi. Eve döndü. Ana hatlar yeter.”
Oltanın ucunu yeterince sivriltip sivriltmediğimi merak etmeye başladım. Süha Zengin susunca ben de sustum.
“Kadın olduğunu nereden anladınız?” dedi sonra.
“Yaşasın ihtimal hesapları,” dedim içimden.
“Bu iş için bana vereceğiniz parayı hak ettiğime inanmanız için bir şeyler yapmam gerekli diye düşündüm,” dedim.