İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı. Richard Tillinghast
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı - Richard Tillinghast страница 10
Konstantin kiliseyle devlet arasındaki yakın ilişkiyi biraz daha ileri taşıyarak ana kiliseyi kraliyet sarayıyla yan yana koydu. Bizans’tan etkilenen Venedik ve Moskova gibi şehirlerde var olmaya devam eden Basileia (kraliyet gücü) ve sacerdotium (papazlık sistemi) konum olarak birbiriyle birleştirdi. Ancak Bizans, mimari açıdan kendini bir Hıristiyan şehri olarak ilan ettiği halde kültüründe Yunan ve Roma’dan kalma klasik bir miras barındırıyordu. Romalı öğrenciler dilbilgisi ve tarihi Homeros’un şiirlerinden öğrendiler. Bizans okullarındaki erkek öğrencilere de yine Truva’nın surları altında ve Odisseus’un gezintileri rehberliğinde destansı savaş hikâyeleriyle eğitim verildi.
Böylelikle pagan dünyası gitgide gücünü kaybederek yerini Hıristiyan dünyasına bıraktı. Konstantin kendi imparatorluk şehrini yaratırken kiliselerin yanı sıra pagan ibadeti için de tapınaklar inşa etti. Hükümdarlığı zamanında da pagan ritüelleriyle kutlamalar sürdü. Bu şehrin farklı inanışları barındıran uzun bir tarihi var. Müslümanların devrinde dervişlerin her yeri kuşatan etkisi ve tasavvufi hoşgörüsü otoriter İslam anlayışını yumuşattı. Kısmen de olsa, hem Türkler hem de Yunanlar o zamanın yükselen dini inançlarının geleneksel öğretileriyle birlikte var olan ve onlardan önce gelen inançları keyifle sürdürüyorlardı. Bugünün İstanbul’undaki hacıların, şeyhülislamın Türklerin kutsal yer olarak addettikleri türbelerde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili kurallarını tam olarak yerine getirdikleri söylenemez. Müslüman köylü kadınlar şifa için antik Yunan’ın kutsal su kaynaklarına (ayazma) akın ediyorlar. Ayrıca kutsal Kuran’da, Türklerin kem gözden korunmak için her binaya, kolyelere, bileziklere, anahtarlıklara ve buzdolabı mıknatıslarına koyduğu o mavi nazar boncuğuna dair herhangi bir atıf bulamadım.
Tabii ki paganizm Konstantin döneminde bitmedi. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde John Mauropous tarafından 11. yüzyıl erken döneminde İsa’dan niyaz dileme anlamı taşıyan nadir bir epigram buldum: “Sevgili İsa, olur da bazı paganları cezalandırılmaktan muaf tutmak istersen benim hatırıma Platon ve Plutarkhos’un canını bağışla. İkisi de senin tanrı olarak her şeye hükmettiğinden habersiz olsalar da hem öğretide hem de yaşam şeklinde senin ilkelerine yakın duruyorlardı. Bu durumda sen karşılık beklemeden tüm insanlığı kurtarmaya gönüllü olduğun için yalnızca senin merhametine ihtiyaçları var.”
Konstantin bir hükümdardı, din adamı değildi ve dinsel anlamda kılı kırk yarmanın yeni kurduğu imparatorlukta nasıl bir ihtilaf yaratacağını çabucak gördü. Hıristiyanların inanması gereken doğru tanımı oluşturmak için harekete geçti. Ortodoksluğun kurulmasıyla birlikte muhalif inançlar sapkınlık olarak kabul edildi. Bunlardan en yıkıcı olanı İskenderiyeli rahip Arius’tan geldi. Aykırı görüşlerin birçoğunda olduğu gibi Arius’un teorisi de İsa’nın yapısıyla ilgiliydi. İnsan mıydı yoksa ilah mı ya da her ikisinden biraz mı? Arius’a göre İsa, Tanrı’nın doğasıyla benzerlik göstermiyordu, çünkü Tanrı gibi ölümsüz değildi. Tanrı tarafından özel bir amaç için yaratılmıştı, dünyanın kurtuluşu için. Ölümsüz olmamasına rağmen mükemmel bir adamdı ve bu sıfatla Tanrı’nın emrindeydi. Bir yandan da kısmen bu tarz sorunlarla baş etmek maksadıyla bizzat başkanlık ettiği kilise konsülünü İznik’te toplantıya çağırdı. Eusebius imparatorun konsül salonuna girişine çok önem vermektedir:
Ve şimdi herkes, imparatorun teşrif ettiğinin işareti verilince ayağa kalktı, imparator değerli taşlar ve altın işlemelerle bezeli mor giysisinin göz kamaştıran yansımalarıyla semavi bir tanrının meleği gibi toplantının ortasından geçerek ilerledi. Oturma yerlerinin başına yaklaştığında önce bir anlığına durdu. (…) Sıraların başına ulaştığında, kendisi için yüksekçe bir yere yerleştirilmiş dövme altın tahta oturmak için piskopos izin verene kadar bekledi. Hazır bulunanlar da ondan sonra aynısını yaptılar.
Konstantin hem asker hem de hükümdardı. Onun da teşvikiyle piskoposlar Aryan doktrinini çürüttüler ve İsa’nın Tanrı (Baba) ile aynı tözden olduğunu ilan ettiler. Bugüne dek toplu dua kitabındaki İznik Amentüsü’nü ezbere bilen Hıristiyanlar bu sebeple şöyle iddia ederler: “Tanrı’nın biricik oğlu tek rab ve ezelde Baba’dan doğmuş Mesih İsa’ya inanıyorum. O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Tanrı (Baba) ile aynı tözdendir.” Tarihçiler arasında tartışma konusu olan sebeplerden dolayı Konstantin ölüm döşeğine kadar vaftiz edilmeyi erteledi. Kendisine kutsal ekmek verildiğinde “Şimdi gerçeğin ta kendisi gibi kutsandığımı biliyorum; şimdi tanrısal ışığın bir parçası olduğuma inanıyorum,” diye haykırdığı söylenir.
Dünyaya neredeyse 1000 yıl hükmetmesini mümkün kılan politik ve askeri hâkimiyeti takdir edebilmek için, Bizans İmparatorluğu’na sanat ve mimari açıdan bakmak iyi olur. Ticaret açısından da aynı derecede önemli bir merkezdi. Yahudi bir tüccar olan Cordoba’dan Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) diye birinin 12. yüzyıldaki tasviri, ticaretin tarihe karışmış dünyasını hatırlatıyor:
Envai çeşit tüccar Babil ve Mezopotamya’daki Shinar’dan, İran ve Medea’dan, Mısır’ın tüm krallıklarından, Kenan diyarından, Rus Krallığı’ndan, Macaristan’dan, Peçeneklerin diyarından (Romanya), Hazar’dan (Kafkasya), Lombardiya ve İspanya’dan geliyor. Burası çalkantılı bir şehir; tüm ülkelerden insanlar buraya kara ve denizyoluyla ticaret yapmak için geliyorlar. Bağdat dışında dünyada böyle bir yer yok. Dükkân ve pazarlardan gelen kirayı, kara ve denizyoluyla gelen tüccarlardan alınan vergileri hesaba kattıktan sonra kentin günlük gelirinin 20 bin altın olduğu söyleniyor.
Konstantinopolis’in ihtişamının, gücünün ve görkeminin altında yatan sebepleri anlamak için en eski zamanlardan beri Avrupa ve Asya arasındaki sağlam konumundan nasıl istifade ettiğini bilmek gerekir. Dünyanın sahip olduğu varlığın üçte ikisinin bu muhteşem kentin zapt edilemez duvarları içinde toplandığı söyleniyor. Kervanlar, Konstantinopolis’e Semerkant, Buhara, Maveraünnehir, Horasan ve İran gibi önemli bölgelerden bütün Ortadoğu’yu geçerek kara yoluyla ulaştılar. Bazı durumlarda onların yüklü develeri kente Antakya ve Halep gibi ticaret merkezlerini geçerek geldi. Kuzey steplerinden gelen karların eriyerek taşırdığı Rusya’daki o büyük nehirler Dinyeper ve Don, Moskova ve Kiev krallıklarından Karadeniz’deki Trabzon gibi liman kentlerine kereste ve kürk taşıdılar ve Konstantinopolis kıyıları boyunca sıralanmış limanlar en doğuda Bengal Körfezi ve en kuzeydeki Vikinglerin ülkesi kadar uzak diyarlardan yelken açarak gelen gemilerdeki vergiye tabi yükleri boşaltmakla uğraştılar.
Bilinen dünyadaki hammaddeler -eşine az rastlanır ağaçlar, lüks mallar, değerli taşlar ve metaller- şehrin atölye ve ambarlarına çıkarıldı. İpek ve deri Peşaver’den (şimdiki Pakistan), tütsü Arabistan’dan geldi. Biber, hindistancevizi, karanfil, tarçın ve mücevherat Hindistan ve Çin’den gemiyle getirildi. Afrika’dan köleler, pamuk, mısır, altın, fildişi, kehribar ve abanoz ağacı Kızıldeniz’in yukarısındaki ticaret yolu boyunca İskenderiye’nin Akdeniz’deki limanı üzerinden tedarik edildi. Balık, Kuzey Denizi kadar uzaklardan, yünlü ürünler Brugge’den, bal, kürk, deri ve köleler Doğu Avrupa’dan, keten Mısır’dan, pamuk ise Suriye ve Ermenistan’dan denizyoluyla gemilere