Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kayıp kıta: atlantis efsanesi - C. J. Cutcliffe Hyne

Скачать книгу

herkesin, günahlarını hesap etmelerini bildiren bir alametti. İnsanların kükreyen öfkeli ateşten ve korkunç toprak sarsıntılarının acısından doğduğunu ve sonunda aynı unsurlar tarafından -içindeki günahlarla birlikte- yok edileceğini ikaz eden kutsal bir hatırlatıcıydı. Fakat şimdi İmparatoriçe, bunun dinsel ciddiyetini, insanları oburluğa davet eden bir çağrı ve terbiyesiz kahkahalar ile tensel bir gösterinin işareti olarak yakışıksız bir şekilde kullanıyordu.

      Fakat bunu yapma yetkisini nasıl elde etmişti? O kim oluyordu bu öyle kolay anlaşılamayan, toprak anamızın akışkan bağrında bulunan güçleri kurcalayabiliyordu? Bir ihanet mi vardı? Rahipler Klanı’nın bir üyesi, kutsal yeminini unutup bu kadına kutsal gizemlerle ilgili konuları ağzından mı kaçırmıştı? Yoksa Phorenice, kendi kıvrak zekâsıyla bu gizemlerin kapısını açan bir anahtar mı keşfetmişti?

      Eğer son ihtimal geçerliyse, ona sessiz bir vicdanla hizmet etmeye devam edebilirdim. Benim yapıma hiç uymasa da en azından o bir imparatoriçeydi ve ona itaat etmek benim görevimdi. Fakat eğer Kutsal Dağ’daki Klan’ın zayıf bir üyesini ayartmışsa, o zaman mesele değişirdi. Çünkü sırlarımızı ve gizemlerimizi korumanın, anayasamızın unsurlarından biri olduğunu unutmamak ve hem onlara ihanet etmeye cesaret eden bir kişiyi hem de onun güvenini kazanmış olan bedbaht alıcısını sonsuz bir nefretle kovalamak gerekirdi.

      O anda çok kararsız duygular içinde, yeri göğü inleten bu çağrıya uydum ve kölelere beni piramidin dolambaçlı yollarından geçirip büyük ziyafet salonuna götürmelerini emrettim. Oradaki görüntü göz kamaştırıcıydı. Muhteşem oymaları olan görkemli salon, aklın tasavvur edebileceği her türlü süs ve renklere bezeli giysiler içindeki bir kalabalıkla doluydu. Şehrin mahallelerini açıkça saran ölüm ve sefalet, surların ardındaki kuşatma kampında bekleyen asiler, ihmal edilen Tanrılar ve onların Kutsal Dağ’daki rahipler klanı, resmi çağrıyla bu ziyafette bir araya toplanan kalabalığın hiç umurunda değildi. Hepsi de büyük bir açgözlülükle, başka hiçbir şeye bakmadıkları bir alışkanlık ve şımarıklık içinde o anki oburluklarını gidermenin peşindeydi.

      Yerden fışkıran alev fıskiyeleri, muazzam salonu öğle vakti gibi aydınlatmıştı ve ben içeri adım attığımda, trompetler bangır bangır çalarak oradakilere geldiğimi haber verdi. Ancak içeride hiçbir karşılama tezahüratı olmadı. Peltek ve yapmacık seslerle, “Deukalion,” diye adımı mırıldanırken, tüm süsleri şıngırdayarak ve ipekleri hışırdayarak gülünç bir abartı içinde yerlere kadar eğildiler. Doğrusu, Phorenice’in kendisi ortaya çıktığı zaman herkesin yüksek sesle onun adını haykırarak ve yasa gereği önünde secde ederek karşılamasında da aynı yapaylık vardı. Bunu oldukça iyi yaptıkları doğruydu, çünkü bu yeni modaydı. İçtenlik, bu yeni kültür tarafından medeniyetsizlik sayılır olmuştu.

      İki tane yapmacık tavırlı ve sırıtkan teşrifatçı, benimle ilgilenme görevini üstlendiler ve ellerindeki ince altın asalarıyla yol göstererek beni en uçtaki platforma götürdüler. Görünüşe göre Phorenice’in sedirinde oturacak ve onun yemeğinden yiyecektim.

      “İmparatoriçe beni onurlandırmada hiç sınır tanımıyor,” dedim Phorenice’e, çömelip yerime otururken.

      Bana o acayip bakışlarından biriyle yan yan baktı. “Eğer Deukalion, güzel bir şekilde isterse bunlardan çok daha fazlasını alabilir. Bu dünyadaki diğer tüm erkeklerin arzuladığı ama hiçbirinin alamayacağı bir şeye sahip olabilir. Fakat ben Deukalion’a kendi rızamla yeteri kadarını verdim, eğer başka ayrıcalıklar istiyorsa onları daha candan istemeli.”

      “Öncelikle,” dedim, “hudutları, şehir surlarının dışında yaygara koparan asilerden temizlemek isterim.”

      “Öf,” dedi Phorenice kaşlarını çatarak. “Sen sadece hayatın kaba zevklerine mi ilgi duyuyorsun? Sevgili Deukalion, senin kolonindeki insanlar basit köylüler olmalı. Neyse, şimdi sen bana bu ziyafetin lezzetlerinden haber ver.”

      Yemekler ve şarap kadehleri önümüze yerleştirildi, böyle parçalanmış ve çok baharatlı yemekler benim için pek iştah açıcı olmasa da yemeye başladık. Fakat bu titizlikle hazırlanmış yemeklerle lezzetli şaraplar bana cazip gelmese de muhteşem salonda yemek yiyen diğer herkes, sonuna kadar bunların keyfini çıkarıyordu. Alev fıskiyelerinin arasında, gökkuşağı gibi bir renk karmaşası içinde gruplar oluşturarak yerlere oturmuşlardı ve yeni geleneğe göre mest olmuş bir halde sanki kendilerinden geçmiş gibiydiler. Hem kadınlar hem de erkekler, damaklarına yayılan her tadı sanki Tanrıların öpücüğü gibi oyalanarak uzatıyorlardı.

      Phorenice, hızlı ve zeki gözleriyle onlara bakıyor, benimle sohbeti arasında zaman zaman bir iki kişiye birkaç laf atıyor ve bazen de kraliyet yemeğinden bir kırıntı alması için kayırdığı bazı kimseleri yanına çağırıyordu. Bu onurlandırılan kişi, verilen parçayı abartılı bir hareketle yiyor ya da (iki kez olduğu gibi) onu bir insanın dudaklarıyla kirletilemeyecek kadar değerli bir hazineymiş gibi elbisesinin kıvrımları arasına saklıyordu.

      Bu dalkavukluk, bana berbat ve iğrenç görünüyordu; ama Phorenice, belki de onları alıştırmış olduğu için bunu sadece kendisinin hak ettiği zorunlu bir hareket olarak görüyor olabilirdi. Her ne kadar dış görünüşünden hiçbir şekilde belli olmasa da dikkatli birisi, İmparatoriçe’nin bir zaafı olduğunu tahmin edebilirdi. Yüzü yeterince güçlü, aynı zamanda zarif ve dahası, şaşılacak kadar güzeldi. Ziyafet salonundaki tüm saray mensupları, Phorenice’in yüzü ve vücudu ile bacaklarının güzelliğinden hayranlıkla söz ediyordu ve ben bu konulara değer vermeyen biri olmakla birlikte, en azından onların bu hayranlığının bir dayanağı olduğunu görebiliyordum, çünkü şüphesiz Tanrılar asla ölümlü bir kadına bundan daha fazla iltimas edemezdi. Ne kadar güzel olursa olsun, ben şahsen sınıfı gereği bizim hemen arkamızdaki sedirde oturma ayrıcalığına sahip olan kıza, yani Ylga’ya bakmayı tercih ederdim. Ylga’nın yüzünde, Phorenice’de olmayan bir içtenlik vardı.

      Kraliyet piramidinin ziyafet salonunda yemek yiyenler, beslenmek için değil, sanki öğürene kadar tıkınmak için yiyorlar; kölelerin getirdiği her tabak ve kâseyle birlikte tezahürat yaparak yiyip içmeye devam ediyorlardı. Bana göre bazı davranışları saygısızlığa çok yakındı. Yemeğin ortalarında, içeri muhteşem bir züppe -kendi topraklarında çıkan bir isyanla başkente sürülen taşra illerinden birinin valisi- girdi ve kızarmış bir yüz ve düzensiz adımlarla ziyafetteki grupların arasından yürüyerek sedirin önüne geldi, yere kapanarak İmparatoriçe’ye saygılarını sundu. “İmparatoriçelerin en çarpıcısı,” diye haykırdı, “Tanrıçalar arasında en güzel olan, aşkla dolu kalbimin hükümdar kraliçesi, selam sana!”

      Phorenice gülümseyerek kadehini ona doğru uzattı. Adama bakıp onun kadehi alarak içindeki şarabı saygı göstergesi olarak İmparatoriçe’nin ayaklarına dökmesini bekledim; ama öyle bir şey olmadı. Kadehi dudaklarına götürerek içindekini son damlasına kadar içti. “Bütün sıkıntıların bu şarap gibi kolayca akıp gitsin,” diye bağırdı, “ve geride bunun gibi hoş bir lezzet bıraksın.”

      İmparatoriçe, o hızlı bakışlarından biriyle bana döndü. “Bu yeni geleneği sevmiyor musun?”

      Açık sözlülükle ona bir insanın ayaklarına içki dökmenin gelenek haline gelmiş bir saygı göstergesi olduğunu ve bana göre onu içmenin sadece kendi keyfine düşkünlük gibi göründüğünü, bunun her yerde yapılabileceğini söyledim.

Скачать книгу